Sayfamda okuyanlar vardır belki bunu ama İflah Olmaz DiCaprio Aşığı olarak burada da yayınlamam gerektiğini düşündüm :D
Geçen gece moralim bazı sebeplerden bozuktu, içimde bir
sıkıntı vardı. Ağlasam atacağım, biliyorum.
Bayram, evde de değiliz. Köye gitmişiz. Tanımadığım yarım
düzine insan ne kadar değiştiğimi söyledi, yaşımı sordu. Bütün gün yanımda
kuzenim, emme basma tulumba gibi kafa salladık, gülümsedik durduk. Ama içimdeki
sıkıntı gittikçe büyüyor, içimi tıkıyor. Ağlamam gerek, buna ihtiyacım var ama
içimdeki yumru nasıl büyümüşse damla yaş akmıyor.
Neyse ki sağ salim günü atlattık, bindik arabaya.
Kulaklıklar var tabii ki. 'Yolculuk demek daha fazla müzik demek' felsefesini
sonuna kadar savunanlardanım çünkü. Bıraksan banyo yaparken bile dinlerim ki
hoparlörü açıp yapmışlığım var.
Yol kısa, bir saat ama bulutların aldığı şekiller hatta
yolun kenarındaki otlar bile beni rahatsız etmeye başladı.
Kardeşim de müzik dinlemek isteyince kulaklıklardan tekini
verdim. Bu aralar müziğe çok ilgili ablaları, abileri.
Amy Winehouse açtım, soul-jazz tarzını anlattım. Nirvana,
Aerosmith açtım, rock çeşitlerinden bahsettim. Sonunda Aerosmith'in çok iyi
şarkılarından Amazing'de karar kıldık. O bitince Duman'dan Helal Olsun'u açtık.
Çok geçmeden sıra yine Aerosmith'ten favorim olan Dream On'a geldi ama küçük
bey sıkılıp kulaklığı geri verdi.
Dream On'dan sonra Ed Sheeran-A Team çaldı ve o biter bitmez
çözümümü buldum.
My heart will go on çalıyordu. Defalarca karaokesini
yaptığım, aklıma Titanic'i getirdiği için bir dönem dinlemediğim şarkı.
Araba şehrin sınırlarına girdiğinde artık yapacağım şeyi
biliyordum. Titanic'i izleyecek, böğürerek ağlayacak ve rahatlayacaktım.
Evin kapısı açıldığı anda çok sevdiğim ama devamlı vuran
yeşil ayakkabılarımı çıkarıp odama koştum. Pijamalarımı giydim, ellerimi ve
yüzümü yıkadım. Lenslerimi çıkarıp tek elimle çerçevesiz gözlüğümü takıp diğer
elimle bir kağıt havlu rulosu aldım.
Odamdaki tek eksik bilgisayardı şimdi. Koşarak salondaki
dizüstü bilgisayarımı getirdim ve açılmasını beklerken yastığımı ayarladım,
nasıl oturacağımı belirledim.
Işıkları söndürdüm ve türkçe dublaja küfrederek filmi açtım.
Kabul ediyorum önce facebook'u açıp mesaj kutusuna baktım. Mesaj beklemenin
acısını bilirsiniz, işte boğazımdaki yumrunun en büyük sebebi bu bekleyişti.
Sonuç olarak bomboş bir mesaj kutsuyla filme başladım.
Okyanus'un Kalbi'ni ararken Jack'in Rose'u çizdiği resmi
bulan aptal paragözlerle başlıyor film. Yaşlı
olmasına rağmen keskinliğini yitirmemiş mavi gözleriyle
resmini tanıyor ve kimse inanmasa bile hikayesini anlatmaya başlıyor.
Titanic. Rüyaların gemisi. Bu gemi hakkında o kadar çok
teori var ki. Birçok insan geminin lanetli olduğuna inanır. Lanetin sebebi
olarak kaçak bir mumyayı gösterenler bile var.
Ama olay bence takıntı. Binlerce insanı öldüren şey koca
egosu yüzünden buz dağını göremeyen ün ve para takıntılı insanlar.
Filme dönersek Rose şık bir şekilde Jack'in ölüp de onun
yaşamasına hep kızdığım kötü adam nişanlısının kolunda gemiye giriş yapıyor.
Sonra Jack'i görüyoruz ve genç DiCaprio'nun o mükemmel çekiciliğiyle bende
ipler kopuyor, ağlamak yerine gülüyor. Tabii çok yakışıklı sanatçı Bay Dawson
kumardan kazandığı biletlerle yanında en yakın arkadaşı son dakikada gemiye
yetişip evine, Özgürlük Anıtı'na doğru yola çıkıyor.
Jack ve Rose'un tanışma sahnesine gelirsek oradaki düşme
gerilimi, kıza tecavüz ediyor sanılması, bütün yanlış anlaşılmalar gibi beni
çok gerdiği için zorla izledim o sahneyi. Sevdiğim tek şey 'Sen atlarsan ben de
atlarım.' repliğidir.
Burayı da geçtik mi Rose'un Jack'e sinirlendiği ardından
çizimlerini bulduğu sahne, beraber plan yapmaları, tükürük çalışmaları.
Sanki ben yaşıyormuşum gibi içimde hafif bir kanat çırpış
ama Jack'in ölümünü hatırlayınca tekrar çöken bir ağırlık.
Sıra gelir sosyetedeki akşam yemeğine. Üçüncü sınıftan gelen
smokinli Jack Dawson bana hep şu sözleri söyletir: 'İnsan insandır.'
Bir ara arkadan yaşlı Rose'un sesi yükselir. 'Muhtemelen çok
heyecanlıydı ama hiç belli etmedi. Onu kendilerinden biri zannettiler.'
Saatin önünde buluşma ve o geceki eğlenceden sonra olanlar
arka fondan hafif hafif Celine Dion'un aşina ettiği melodinin duyulma
sıklığının arttığı ancak tüylerim diken diken olsa da bir türlü gözlerimin
dolmadığı yerler.
Titanic'le özdeşleşmiş o sahne ve Jack'in mırıldandığı o
şarkı. Daha sonra Rose'un donmamak için söylediği şarkı. Rose'un son sahnelerde
görülen fotograflardaki uçağa onu iten olay. Tamam buralara daha var.
Evet buradan sonrası benim Jack'in gözlerinde kaybolduğum ve
ailecek izlendiğinde kanalın değiştirildiği ilk sahne. Jack'in profesyonel
ellerini çalıştırıp Rose'u sadece o mükemmel mücevherle çizdiği sahne. Bütün
film boyunca Rose-Jack cephesinde benim çok beğendiğim üç sahne vardır. Bu da
onlardan biridir. Bunu sapıklık olarak yorumlayanlar lütfen daha fazla
okumasın. Bu yaşlı Rose'un da dile getirdiği gibi erotik bir an olsa da aynı
zamanda bariz bir aşk ve güven göstergesiydi.
Filmin bu noktasından sonrası beni sinirlendirir.
Kaçıyorlar ve kötü adamımızın eline mükemmel bir koz
veriyorlar.
Onlar bir arabanın içinde aşk yaparken adam planını yapmıştı
bile.
Tabii bu sahneler eğer ailecek izliyorsanız ve çizim
sahnesinden sonra filmi tekrar açtıysanız yeniden kanal değiştirileceği
anlamına gelir.
Ha tabi olayın mutluluğuyla çiftimiz güvertede öpüşürken çok
sevgili gözetmen abiler de onları dikiliyor. Önlerinde buz dağı var ve onlar
eğlence peşinde. Önünüze dönün diye kaç kez bağırdığımı bilmiyorum ama sonunda
önlerine bakıp alarm verdiklerinde sonuna kadar açılmış motorları durdurmak
imkansız oluyor.
İşte binlerce insanı öldüren birkaç saniyelik çarpışma
filmimizde böyle gerçekleşiyor. Gerçekte de ortalama olarak bu şekilde
gerçekleşmiştir diye düşünüyorum.
Burdan sonrası çenemin titrediği, onlarca küfür ettiğim ama
bir damla yaş akıtıp kendimi rahatlatamadığım yerler. Jack’in cebine atılan
Okyanus’un Kalbi planı gerçekten basit ama işe yarar bir plandı. Yaradı da.
Kötü adamımızın daha sonra Rose’un da yapacağı gibi yüzüne tükürmek istemiştim.
Gemi sular altına gömülürken Jack’i de suların altında ilk kalacak yere
götürdüler. Ellerini kelepçeleyip anahtarı da alıp kaçtı kötü adamımızın
yandaşçısı.
Jack engeli ortadan kalkınca Rose’a sıkı bir tokat
yapıştırıp bir filikaya atmaya çalıştılar bir de. Rose’u taktir ettiğim
anlardandır bu. Annesine resti çekiyor, nişanlısının suratına tükürüyor ve
sonunda kalbinin sesini dinliyor. Eğer orada Jack’i bırakıp gitseydi onu ne ben
affederdim ne de kendisi.
Bir dakika. Şu an ‘My Heart Will Go On’u dinliyorum ve
sanırım tekrardan ağlamaya başlayacağım.
Hayır ağlamayıp yazıma devam ediyorum. Rose, Jack’in yanına
koşuyor. O sıralarda da Bay Dawson kelepçeleri çıkarma çabasında. Bense
hıçkırıyorum, hani hıçkırarak ağlamaktaki hıçkırıklar, ama damla yaş yok. İşin
garip yanı hıçkırıklarımı da durduramıyorum. Bir ara annem gelip ne oldu
diyecek diye korktum. Filmin en acıklı yerleri başlıyor, içimde saçma bir
sıkıntı var ve üstelik aklımda Jack-Rose aynı zamanda gemide ölen binlerce insan
varken anneme gram açıklama yapamam diye kendimi kontrol altına almaya
çalıştım.
Jack ve Rose cephesine dönmeden önce dikkatimi çeken bir
şeyden bahsetmek istiyorum. Aşağıda Jack ve Rose kurtulmaya çalışırken yukarıda
da büyük bir karmaşa söz konusu. İnsanlar paniğe kapılmasın diye son dakikaya
kadar çalan orkestraya mı ağlayayım, paraları yok diye kurtulma şansları çöpe
atılan üçüncü sınıflara mı yanayım, önce kadınlar ve çocuklar denmesine rağmen
filikalarda yer işgal eden korkak zengin adamlara mı kızayım yoksa sözde
filikaların kapasitesinden emin olamayıp altmış beş kişilik yere yirmi kişi
yerleştiren mürettebata mı söyleneyim.
Panik. Korku. Ama o durumda bile para konuşuyor. Klişe
gelecek belki ama aklıma takılan tek şey bu oldu. Para mı, gerçekten insanların
yaşamak için tek şansı para mı? Paran yoksa ölürsün. Herkesin felsefesi bu
haline gelmiş.
Ki bu yıllarda bu daha da belirginleşti. Ha 1912 ha 2012.
Yüz yıl geçti ama ne değişti? Daha da kötüleşmekten başka ne oldu? Sözde bir
demokrasi var dünya üzerinde. Herkes eşit diye bir söz. Soruyorum size. Eşit
tutuyorlar mı? Olur ya diplomatlarla beraber bir yerde hayat mücadelesi
veriyorsunuz. Her şey saniyelere bağlı. Sizi mi kurtarırlar önce, yoksa onları
mı? Sözde eşitlikleri göstermek için belki ufak bir yardım eli gelir ama sadece
o kadar.
Bunlar benim görüşlerim ve açıkçası bu konularda pek
konuşmak istemiyorum. O yüzden filme döneceğim. İnsanlar canhıraş filikalara
doluşuyor ama üçüncü sınıflar hala kapalı tutuluyor demiştik. Onları geride tutmak
için de silahlar patlıyor. Bu silahların yanında bir de havai fişekler. Neden?
Paniğe kapılmasınlar diye. Halbuki o sırada kimse ne müziğin derdinde ne de
gökyüzüne fırlatılan fişeklerin.
Ha diğer cepheye dönersek Rose, Jack’i buldu ama ya kelepçe?
Doğal olarak yardım çağırmak için çıktı. Orada da gördüğümüz gibi herkes
canının derdindeydi. Kimse onu umursamadı ve o da bir balta alıp Jack’in yanına
döndü. Birçok kişinin aklından geçmiştir bu. ‘Ben olsam kesin kelepçeyi değil,
ellerini keserdim,’ diye. Yalansa yalan deyin. Rose yine diye denk getirdi.
Yoksa düşünsenize bir ressamın ellerini kestiğinizi.
Neyse ki Rose bizim-benim- kadar beceriksiz değildi ve
kazasız belasız oradan çıktılar. Ama bir de güverteye çıkma problemi vardı
şimdi. Bir kapıyı delerek yol açtılar kendilerine ve beni gerçekten sinirden
güldüren bir olay yaşadılar.
Kapıyı kırdıkları zaman bir görevli onlara kapıya zarar
verdikleri için parasını ödemelerini söylüyor. E be adam. Gemi batıyor,
dakikalarınız kalmış. Zaten koca gemi suların dibini boylayacak sen daha
kapının derdindesin.
Neyse ki çiftimiz güzel bir ‘Kapa çeneni’yle susturuyor
onları.
Güverteye giden yolu buldular daha sonra ama hala üçüncü
sınıf sınırlarındaydılar. Çıkmaları yasaktı. Jack de olayın verdiği güçle ve
yanındaki birkaç kişiyle tahta kanepelerden birini soktu. Bunu da kapıyı kırmak
için kullandı. Bu noktalarda filmin sonunu bilmeyen, ilk kez izleyen biri umuda
kapılabilir ki ben bile, filmi kaç kez izlediğini unutan ben bile, bazen acaba
filmin sonu değişebilir mi? Belki bu defa Jack yaşar, insanlar kurtulur diye
düşünmeden edemedim.
Güverteye çıktılar çıkmasına da insanlar filikalara veya
suya atlıyor, canlarını kurtarmaya çalışıyor. Birden çok sevgili kötü adamımız
çıkıyor ve paltosunu da Rose’un omuzlarına bırakıyor, Jack’i kurtaracağına söz
vererek onu bir filikaya bindiriveriyor. Tabii ki Jack’e yardım etmeyecek.
Okyanus’un Kalbi’ni almış, Rose’u kurtarmış, kendisi de bir filikaya binecek
parayı vermiş kafası rahat.
Ama planları tabii ters gidiyor. Elmasın olduğu paltoyu
Rose’a vermiş, Rose da Jack’in gözlerinin içine bakıyor filikadan. Tüylerimin
diken diken olduğu bir sahnedir. Hele Rose’un son anda kendisini filikadan
atışı. Ayakta alkışlayabilirdim o sırada onu.
Jack Rose’a koşuyor, Rose Jack’e koşuyor. Büyük buluşma
gerçekleşiyor ama bu buluşmanın battığı biri var. Kötü adamımız çekiyor
silahını ateş açıyor çiftimize.
Sinirden daha fazla ağlamak istememe sebep oluyor ama
içimdeki hayvanat yumru nasıl bir şeyse hala gözyaşı olmadan hıçkırıyorum.
Sonra Jack ve Rose’un yeniden çıkış yolu bulma mücadelesine
geçiyoruz. Yine üçüncü sınıf yine kilit. Sular yükselirken kapıyı açacak bir
şey bulmaya çalışıyorlar. Fırsat ayaklarına geliyor, o sırada oradan kaçmakta
olan bir görevliyi zorla ikna edip kapıyı açtırmaya çalışıyorlar. Ne var ki
adam elleri titrerken anahtarları artık neredeyse boyunlarına gelen suya
düşürüyor. Adam da kendi canının derdinden kaçıyor tabii.
Jack de suyun altına girip zorla anahtarı alıyor ama bir
türlü yuvayı bulamıyorum. O sırada, bütün o sahnelere rağmen olmayan
gözyaşlarımla, delirdim resmen. Kendi kendime mırıldanıyorum. ‘Biri sadece 17,
diğeriyse 20. Yapacak çok şeyleri var.’
Sonunda güverteye çıkmayı başardıklarında ise orada başka
bir olay oluyordu. Hani filikalara üç beş kişi koyup gönderen, para için her
şeyini verebilecek sinirli ve de silahlı mürettebat görevlimiz sinir krizi
geçiriyor.
Ancak orada yaptığı bir şeyi, tek bir şeyi gerçekten takdir
ettim. Kötü adamımız filikalara binmek için ikinci defa adama para veriyor ama
görevli parayı onun suratına fırlatıyor. Çok beğendiğim bir şey söylüyor sonra
da: ‘Artık paran bizi kurtaramaz.’
Tabii sonra kelimenin tam anlamıyla cinnet geçirip bir iki
kişiyi vuruyor ve kafasına sıkıyor. Ama bizim kötü adamımız Cal pes eder mi?
Etmez. Orada bulduğu küçük bir çocuğu oyununa alet edip kıçını kurtarıyor sayın
seyirciler.
Filmi her izlediğimde başka bir şey için ağlarım. Bir
defasında da Jack ölüp de Cal yaşadığı için kendimi yırttığımı hatırlardım.
Ardından gemiye yapan mühendisi, kaptanımızı ve orkestramızı
görüyoruz. Bana kalırsa onurlarıyla öldüler. Mühendis ve kaptan hatalarının
bedellerini ödediklerini düşünüyorlardı, bu yüzden kurtulmak için çabalamadılar
bile. Orkestrası ise sonuna kadar yan yanaydılar ve müziklerini yaparak huzurla
öldüler bence.
Aynı zamanda el ele ölümü bekleyen yaşlı bir çift ve
çocuklarına masal anlatan bir anne görüyoruz. İlk göz sulanmasını bu sahnelerde
yaşadığımı itiraf ediyorum. İnsanlar umutsuz, bu yüzden çabalayıp acı çekmek
yerine bekliyorlar.
Ve sonunda ön güvertenin neredeyse tamamı suyla doluyor ve
kıç tarafı havaya kalkmaya başlıyor. Filikalar aşağı atılıyor, insanlar kıça
doğru koşuyor ancak dengelerini bulmaları çok zor. Ancak Jack ve Rose sonunda
kendilerini kıç tarafına atıyorlar ve en sevdiğim ikinci sahne gerçekleşiyor.
Orası onların tanıştığı yerdi. Rose’un atlamak istediği ama Jack’in onu
durdurduğu yer. Sonra o güzel sözler. ‘Sen atlarsan ben de atlarım.’ Rose bunu
söylediğinde Jack ona öyle bir bakış atıyor ki yüreğimi dağlıyor DiCaprio. O sırada
bir papazda dua ediyor. İnsanlar aşağı çekiliyor.
Hala hıçkırıyorum ve bunu durduramıyorum. Kuru olarak
ağlamanın imkansız olduğunu sanırdım ama dün gece bunun olabileceğini öğrendim.
Ve oluyor. Gemi basınca dayanamayıp ortadan ikiye ayrılıyor.
Buradan sonra artık yavaş yavaş benim de parçalanacak gibi hissettiğim yerler.
Kağıt mendilimden bir parça koparmışım çünkü artık sulu ağlamanın yolda
olduğunu biliyorum.
Demirlerin öbür tarafına geçip batmayı bekliyorlar. Binlerce
insan dondurucu suda can çekişiyor. O an anladım ki bu izleyişimde beni ağlatan
Jack’in ölümünün yanında diğer binlerin ölümünü tekrardan yaşamak.
Çabucak Rose’un üzerine çıktığı tahta sahnesine gelmek
istiyorum çünkü orası hakkında söylemek istediğim çok şey var. İzleyen hemen
herkeste şöyle bir fikir vardır: O tahtaya Jack’de çıkabilirdi. Hayır
çıkamazdı. Söylemek istediğim yer vardı evet, hatta bununla ilgili esprili bir
fotoğrafta görmüştüm. Tahta boyutlarında bir çizilmiş bir zemin üzerinde bir
çift kağıt oynuyor, güneşleniyordu.
Demek istediğim sığamazlardı değil. Alan olarak yeterliydi
ama ağırlıklarını kaldıramazlardı. Zaten dikkat ederseniz Jack üzerine çıkmayı
deniyor ama tahta ters dönünce vazgeçip sadece Rose’u üzerine çıkartıyor.
O yüzden artık Jack öldü diye Rose’u suçlamaktan
vazgeçebiliriz.
Öbür tarafta binlerce insan dondurucu sularda boğuşurken
filikaların hiçbiri dönüp onları almıyor, yardım gelmiyor. Jack suda, Rose
tahtada bütün filmin en iyi sahnesi gerçekleşiyor. İlk gözyaşının süzüldüğü yer
işte burası. Jack’in o sözleri.
“Seni seviyorum Jack.”
“Bunu yapma. Sakın veda etme. Daha değil, duydun mu beni?”
“Çok üşüyorum.”
“Dinle Rose, buradan kurtulacaksın. Hayatına devam
edeceksin. Bir sürü bebeğin olacak, onların büyüdüğünü göreceksin. Sıcak
yatağında yaşlı bir kadın olarak öleceksin Rose, burada değil bu gece değil
böyle değil. Beni anladın mı?”
Şu an bunları yazmak bile, o son cümleyi yazmak bile göz
pınarlarımın sızlamasına neden oluyor. İzlerken de hala ciddi bir ağlama
krizine girmesem de hala hıçkırıyorum ve zor da olsa birkaç gözyaşını
hissedebiliyorum.
“O bileti kazanmak Rose, başıma gelen en güzel şeydi. Beni
sana getirdi.”
Sonra bir filika dönüyor. Onlarcasından sadece biri. O da
çok geç. Buz gibi sularda yüzen onlarca beden. Rose da uyanık kalmak için ‘Oh
Josephine’ şarkısını mırıldanıyor. O Titanic denildiğinde akla gelen sahnede
Jack’in onun kulağına fısıldadığı şarkıyı.
Yardım geldiğinde Jack’e seslenmesi ama onu
uyandıramamasıysa omuzlarımın titrediği ağlama sebebinin Titanic’ten çıkacağı
bir yola girdiğimi söylüyor ama burası beni özel hayatım olduğu için geçiyorum.
Jack sulara gömülüyor, Rose kurtuluyor. Yaşlı Rose konuşmaya
başlıyor sonra. Suya dağılan 1.500 kişiden söz ediyor. Yirmi filikadan geriye
dönen birinden ve o sayede kurtulabilen sadece altı kişiden.
Bu noktadan sonra tamamen dünyadan kopuyorum ve sular seller
moduna giriyorum. Yüksek sesle de ağlayamıyorum, annemler yan odada. Ama
gecenin ikisinde normal bir insan için çok fazla ağladığıma eminim.
Onları sözde
kurtaran, çok geç gelen yardım gemisinde kötü adamımız Cal’ın gözlerinin Rose’u
aradığı sahneye geçiyoruz. Okyanus’un Kalbi onda ya. Elmasın peşinde adi herif.
Rose gözleri Özgürlük Anıtı’nda ismini söylüyor. Rose
Dawson. Jack diyorum, evine gelecekti. Hayalleri vardı. Ölmesi gereken o
değildi.
“Artık Jack Dawson adından bir adam olduğunu ve beni
kurtardığını biliyorsun. Bir insanın kurtarılabileceği her şekilde. Bir
fotoğrafı bile yok. O artık sadece hafızalarımda yaşıyor.”
Nasıl ağladığım belli değil ve birçok insanın bu sahnede
böğürerek ağladığına şahit oldum. Yaşlı Rose elması cebinden çıkarıp sulara
attığındaysa hem o kadar pahalı bir şeyi harcadığı için ona kızdım hem de en
doğru şeyi yaptığını söyleyip daha fazla ağladım.
Geldik en son sahneye. Genelde gözyaşların dolayı pek dikkat
edilmez, net görülemez bir sahne. Yaşlı Rose sıcak yatağında yaşlı kadın olarak
ölürken gençlik fotoğraflarını görüyoruz. ‘Jack’le planladıkları her şeyi
yapmış.’ diyerek kağıt mendili parçaladığımı hatırlıyorum. Bacaklarına iki yana
atarak bindiği atı, uçakla çekilmiş fotoğrafı.
Pekala, bu satırları yazarken son sahneyi tekrar izliyorum
ama ağlamayacağım. Cidden bu yazı kendimi sulu göz biri gibi hissetmeme neden
oldu ama bu filme ağlamayan biri de ya duygusuzdur ya da çok geçerli bir sebebi
vardır.
Evet, Rose ölür ve Titanic’e döner. Onlarca kişi, binlerce
kişi onu bekliyor. Arka fonda Celine Dion’un şarkısı. Aynı zamanda bir saatin
önünde çok daha önemli bir kişi daha onu bekliyor.
Jack Dawson. Ağlamıyorum gözümde Titanic battı.
Not: 1912’de bu gemide
ölen herkesi saygıyla anıyoruz.
0 yorum:
Yorum Gönder