skip to main | skip to sidebar

This is me

Unknown
Profilimin tamamını görüntüle

Bu da Arşiv. Tanıştığına memnun olmuş öyle diyo

  • ▼ 2012 (23)
    • ► Eylül (6)
    • ▼ Ağustos (14)
      • Katy Perry Hakkında Gevezelikler
      • Grip vs. Ebru Şallı
      • Kim, kiminle, nerede, ne zaman?
      • Ailecek Havalıyız.
      • Okul Halleri?
      • Yine Kırarım Topuğunu Sürtüğün
      • Cem Adrian ve Halil Sezai beraber söylemiş, ölek biz
      • Adı Dean Winchester Olması Gereken Dizi
      • Nerelere gidem şimdi ben?
      • O var ya o gider, sen kalırsın
      • Ağlamıyorum, gözümde Titanic battı
      • Öğk Gelmesi Olayı
      • İstanbul Günlükleri
      • Zerrie?
    • ► Temmuz (2)
    • ► Haziran (1)

Sample Text

Sample text

  • Merhaba, ben benim. Ben ben olduğum için benim ki bir ben var benden içeri, benden dışarı, bir ben var hep bende. Tamam edebiyat yapmaya çalışırsam batırırım ama doğaçlama bırakırsam güzel şeyler çıkıyo-muş. Öyle derler yani. Ben yazarım da yazarım. Bi de gülerim. Gülerim böyle böğürerek sonra bi de bağırarak konuşurum. Sesim daha önce hiç bu yüzden kısılmadı mutluyum. Ama insanlar beni görmezden gelince çok bozuluyorum var yaaa öyle böyle değil. Tamam nefret ettiğim çok şey var ama bunun yeri başka. Aşırı rezil olan, normal bir insanın rezillik kapasitesini aşarım. Başağım ben. Bir olayın otunu bokunu düşünürüm sonra da kendimi yerim. Mesela meraklıyımdır ama kendimi övmek gibi olmasın iyiyimdir de yani. Cart curt başağın birçok özelliği bende var. İki şey hariç. Birincisi aşırı düzenlilik durumu diğeri tutumluluk. Aslında düzenlilik hangi açıdan baktığına bağlı olarak değişir. Somut anlamda çok dağınığımdır. Eşyalarımın arasında kaybolurum. Soyut anlamda kabul çok didiklerim, planlarım bir şeyi. Tutumluluğa gelince elime geçen para aynı gün biter hiç biriktireyim olayı yok bende. Sonracığıma müzik hayatım spor düşmanımdır. Yok arkadaş oldum olası sporla yıldızlarımız barışmadı. Aerosmith varsa ben de oradayımdır. Pearl Jam, Nirvana, Amy Winehouse, Kelly Clarkson dinlemeden günüm geçmez. İflah olmaz bir DiCaprio aşığıyımdır. Oyş DiCaprio sloganı altında yerim ben onu. Titanic de favori filmim anlayacağınız üzere. Bir Gün de en sevdiğim diyebileceğim kitaptır. Dream On (Aerosmith) şarkısını da zaten severdim ama artık anısı var daha çok seviyorum. Çok seviyorum hani öyle böyle değil. 90'ları severim, retro havaları falan. Günümüzden çok geçmişe ilgim vardır. Yaşadığımız ortamdan çok göremediklerimi merak ederim. Bizim yaşadığımız hayat dışında milyonlarcası var, onları. Yalnızlığı, sessizliği severim. Hep tek başıma bir yolculuğa çıkmak istemişimdir. Hep mutlu mutlu takılırım. Tanışanlar sağolsun çok tatlı derler. Şimdi bunu diyorum diye aman ne de kibirli demeyin tanımadan bilemezsiniz. :*

Sample Text

Blogger tarafından desteklenmektedir.

Ads 468x60px

Popular Posts

  • Katy Perry Hakkında Gevezelikler
    Sizlere Katy Perry ve Teenage Dream albümünden, kliplerinden bahsedeceğim booool gifli bir yazı yazacağım. Uzun gibi gelebilir ama yüzde 95...
  • Ağlamıyorum, gözümde Titanic battı
    Sayfamda okuyanlar vardır belki bunu ama İflah Olmaz DiCaprio Aşığı olarak burada da yayınlamam gerektiğini düşündüm :D  Geçen gece ...
  • ...dedin mi şöyle bir durcan ve dicen ki 'I am Chuck Bass'
    Çok sevgili Chair severler, Birkaç klişe ama sevilen Chair sahnesi hakkında konuşacağım. 1. Limo Sahnesi İlk Chair sahne...
  • Okul Halleri?
    S: Hadi, bana iltifat et. Saçlarımın ne kadar güzel göründüğünü söyle. B: Ama saçların iğrenç görünüyor. Duş almadın mı?   Şimdi ok...
  • Adı Dean Winchester Olması Gereken Dizi
    Sadece tek bir insan için izlenesi bir dizi varsa o da SPN'dir. Bayanlar ve baylar, işte karşınızda Dean Winchester-Jensen Ackles. ...
  • İstanbul Günlükleri
    Başlayıp da yarım bırakmışım bu yazıyı bitireyim de içimdeki İstanbul özlemini biraz hafifleteyim. 13 Haziran'da geldim İstanbul...
  • Oyş DiCaprio
    Oyş DiCaprio adında yürüttüğüm gizli projemde -asdfghjk- bulunan gizli dosyalardan yani zulalarımdan birkaç parçayı sergilemeye karar verdi...
  • O var ya o gider, sen kalırsın
    Biliyorum, çok tatlı konuşuyor. Biliyorum, o mesaj atmıyor. Biliyorum, o seni fark etmiyor. Biliyorum, hep mesaj atan taraf sensin. Karar ...
  • Bir Şarkı: Dream On.
    Sing with me Sing for the year Sing for the laughter  Sing for the tear Sing with me I'm just for today Maybe tomorrow...
  • Ailecek Havalıyız.
    Halamlar, babaannemler gelmiş bize. Aile şeysi işte. Balkonda oturuyo hepsi. Ben de içeride blogumla ilgileniyorum. Sonra çok ilginç bir ...

Social Icons

Followers

Featured Posts

Uzayda Hayat Var

Yazmak için mi yaşıyorum, yaşamak için mi yazıyorum? Bilmiyorum. Neyse ben bir Harry Potter izleyeyim bari. Çok yaşa Sly, Voldi. Oyş DiCaprio. Oye Aerosmith. Dean W. I am Chuck Bass. Delena. Falan filan Başak burcu bi' yazar.

Pages

  • Ana Sayfa

Ağlamıyorum, gözümde Titanic battı

27 Ağustos 2012 Pazartesi



Sayfamda okuyanlar vardır belki bunu ama İflah Olmaz DiCaprio Aşığı olarak burada da yayınlamam gerektiğini düşündüm :D 
Geçen gece moralim bazı sebeplerden bozuktu, içimde bir sıkıntı vardı. Ağlasam atacağım, biliyorum.
Bayram, evde de değiliz. Köye gitmişiz. Tanımadığım yarım düzine insan ne kadar değiştiğimi söyledi, yaşımı sordu. Bütün gün yanımda kuzenim, emme basma tulumba gibi kafa salladık, gülümsedik durduk. Ama içimdeki sıkıntı gittikçe büyüyor, içimi tıkıyor. Ağlamam gerek, buna ihtiyacım var ama içimdeki yumru nasıl büyümüşse damla yaş akmıyor.

Neyse ki sağ salim günü atlattık, bindik arabaya. Kulaklıklar var tabii ki. 'Yolculuk demek daha fazla müzik demek' felsefesini sonuna kadar savunanlardanım çünkü. Bıraksan banyo yaparken bile dinlerim ki hoparlörü açıp yapmışlığım var.

Yol kısa, bir saat ama bulutların aldığı şekiller hatta yolun kenarındaki otlar bile beni rahatsız etmeye başladı.
Kardeşim de müzik dinlemek isteyince kulaklıklardan tekini verdim. Bu aralar müziğe çok ilgili ablaları, abileri.
Amy Winehouse açtım, soul-jazz tarzını anlattım. Nirvana, Aerosmith açtım, rock çeşitlerinden bahsettim. Sonunda Aerosmith'in çok iyi şarkılarından Amazing'de karar kıldık. O bitince Duman'dan Helal Olsun'u açtık. Çok geçmeden sıra yine Aerosmith'ten favorim olan Dream On'a geldi ama küçük bey sıkılıp kulaklığı geri verdi.
Dream On'dan sonra Ed Sheeran-A Team çaldı ve o biter bitmez çözümümü buldum.
My heart will go on çalıyordu. Defalarca karaokesini yaptığım, aklıma Titanic'i getirdiği için bir dönem dinlemediğim şarkı.
Araba şehrin sınırlarına girdiğinde artık yapacağım şeyi biliyordum. Titanic'i izleyecek, böğürerek ağlayacak ve rahatlayacaktım.

Evin kapısı açıldığı anda çok sevdiğim ama devamlı vuran yeşil ayakkabılarımı çıkarıp odama koştum. Pijamalarımı giydim, ellerimi ve yüzümü yıkadım. Lenslerimi çıkarıp tek elimle çerçevesiz gözlüğümü takıp diğer elimle bir kağıt havlu rulosu aldım.
Odamdaki tek eksik bilgisayardı şimdi. Koşarak salondaki dizüstü bilgisayarımı getirdim ve açılmasını beklerken yastığımı ayarladım, nasıl oturacağımı belirledim.
Işıkları söndürdüm ve türkçe dublaja küfrederek filmi açtım. Kabul ediyorum önce facebook'u açıp mesaj kutusuna baktım. Mesaj beklemenin acısını bilirsiniz, işte boğazımdaki yumrunun en büyük sebebi bu bekleyişti. Sonuç olarak bomboş bir mesaj kutsuyla filme başladım.

Okyanus'un Kalbi'ni ararken Jack'in Rose'u çizdiği resmi bulan aptal paragözlerle başlıyor film. Yaşlı
olmasına rağmen keskinliğini yitirmemiş mavi gözleriyle resmini tanıyor ve kimse inanmasa bile hikayesini anlatmaya başlıyor.

Titanic. Rüyaların gemisi. Bu gemi hakkında o kadar çok teori var ki. Birçok insan geminin lanetli olduğuna inanır. Lanetin sebebi olarak kaçak bir mumyayı gösterenler bile var.
Ama olay bence takıntı. Binlerce insanı öldüren şey koca egosu yüzünden buz dağını göremeyen ün ve para takıntılı insanlar.
Filme dönersek Rose şık bir şekilde Jack'in ölüp de onun yaşamasına hep kızdığım kötü adam nişanlısının kolunda gemiye giriş yapıyor. Sonra Jack'i görüyoruz ve genç DiCaprio'nun o mükemmel çekiciliğiyle bende ipler kopuyor, ağlamak yerine gülüyor. Tabii çok yakışıklı sanatçı Bay Dawson kumardan kazandığı biletlerle yanında en yakın arkadaşı son dakikada gemiye yetişip evine, Özgürlük Anıtı'na doğru yola çıkıyor.

Jack ve Rose'un tanışma sahnesine gelirsek oradaki düşme gerilimi, kıza tecavüz ediyor sanılması, bütün yanlış anlaşılmalar gibi beni çok gerdiği için zorla izledim o sahneyi. Sevdiğim tek şey 'Sen atlarsan ben de atlarım.' repliğidir.
Burayı da geçtik mi Rose'un Jack'e sinirlendiği ardından çizimlerini bulduğu sahne, beraber plan yapmaları, tükürük çalışmaları.
Sanki ben yaşıyormuşum gibi içimde hafif bir kanat çırpış ama Jack'in ölümünü hatırlayınca tekrar çöken bir ağırlık.

Sıra gelir sosyetedeki akşam yemeğine. Üçüncü sınıftan gelen smokinli Jack Dawson bana hep şu sözleri söyletir: 'İnsan insandır.'
Bir ara arkadan yaşlı Rose'un sesi yükselir. 'Muhtemelen çok heyecanlıydı ama hiç belli etmedi. Onu kendilerinden biri zannettiler.'
Saatin önünde buluşma ve o geceki eğlenceden sonra olanlar arka fondan hafif hafif Celine Dion'un aşina ettiği melodinin duyulma sıklığının arttığı ancak tüylerim diken diken olsa da bir türlü gözlerimin dolmadığı yerler.
Titanic'le özdeşleşmiş o sahne ve Jack'in mırıldandığı o şarkı. Daha sonra Rose'un donmamak için söylediği şarkı. Rose'un son sahnelerde görülen fotograflardaki uçağa onu iten olay. Tamam buralara daha var.

Evet buradan sonrası benim Jack'in gözlerinde kaybolduğum ve ailecek izlendiğinde kanalın değiştirildiği ilk sahne. Jack'in profesyonel ellerini çalıştırıp Rose'u sadece o mükemmel mücevherle çizdiği sahne. Bütün film boyunca Rose-Jack cephesinde benim çok beğendiğim üç sahne vardır. Bu da onlardan biridir. Bunu sapıklık olarak yorumlayanlar lütfen daha fazla okumasın. Bu yaşlı Rose'un da dile getirdiği gibi erotik bir an olsa da aynı zamanda bariz bir aşk ve güven göstergesiydi.

Filmin bu noktasından sonrası beni sinirlendirir.
Kaçıyorlar ve kötü adamımızın eline mükemmel bir koz veriyorlar.
Onlar bir arabanın içinde aşk yaparken adam planını yapmıştı bile.
Tabii bu sahneler eğer ailecek izliyorsanız ve çizim sahnesinden sonra filmi tekrar açtıysanız yeniden kanal değiştirileceği anlamına gelir.

Ha tabi olayın mutluluğuyla çiftimiz güvertede öpüşürken çok sevgili gözetmen abiler de onları dikiliyor. Önlerinde buz dağı var ve onlar eğlence peşinde. Önünüze dönün diye kaç kez bağırdığımı bilmiyorum ama sonunda önlerine bakıp alarm verdiklerinde sonuna kadar açılmış motorları durdurmak imkansız oluyor.

İşte binlerce insanı öldüren birkaç saniyelik çarpışma filmimizde böyle gerçekleşiyor. Gerçekte de ortalama olarak bu şekilde gerçekleşmiştir diye düşünüyorum.

Burdan sonrası çenemin titrediği, onlarca küfür ettiğim ama bir damla yaş akıtıp kendimi rahatlatamadığım yerler. Jack’in cebine atılan Okyanus’un Kalbi planı gerçekten basit ama işe yarar bir plandı. Yaradı da. Kötü adamımızın daha sonra Rose’un da yapacağı gibi yüzüne tükürmek istemiştim. Gemi sular altına gömülürken Jack’i de suların altında ilk kalacak yere götürdüler. Ellerini kelepçeleyip anahtarı da alıp kaçtı kötü adamımızın yandaşçısı.
Jack engeli ortadan kalkınca Rose’a sıkı bir tokat yapıştırıp bir filikaya atmaya çalıştılar bir de. Rose’u taktir ettiğim anlardandır bu. Annesine resti çekiyor, nişanlısının suratına tükürüyor ve sonunda kalbinin sesini dinliyor. Eğer orada Jack’i bırakıp gitseydi onu ne ben affederdim ne de kendisi.

Bir dakika. Şu an ‘My Heart Will Go On’u dinliyorum ve sanırım tekrardan ağlamaya başlayacağım.

Hayır ağlamayıp yazıma devam ediyorum. Rose, Jack’in yanına koşuyor. O sıralarda da Bay Dawson kelepçeleri çıkarma çabasında. Bense hıçkırıyorum, hani hıçkırarak ağlamaktaki hıçkırıklar, ama damla yaş yok. İşin garip yanı hıçkırıklarımı da durduramıyorum. Bir ara annem gelip ne oldu diyecek diye korktum. Filmin en acıklı yerleri başlıyor, içimde saçma bir sıkıntı var ve üstelik aklımda Jack-Rose aynı zamanda gemide ölen binlerce insan varken anneme gram açıklama yapamam diye kendimi kontrol altına almaya çalıştım.

Jack ve Rose cephesine dönmeden önce dikkatimi çeken bir şeyden bahsetmek istiyorum. Aşağıda Jack ve Rose kurtulmaya çalışırken yukarıda da büyük bir karmaşa söz konusu. İnsanlar paniğe kapılmasın diye son dakikaya kadar çalan orkestraya mı ağlayayım, paraları yok diye kurtulma şansları çöpe atılan üçüncü sınıflara mı yanayım, önce kadınlar ve çocuklar denmesine rağmen filikalarda yer işgal eden korkak zengin adamlara mı kızayım yoksa sözde filikaların kapasitesinden emin olamayıp altmış beş kişilik yere yirmi kişi yerleştiren mürettebata mı söyleneyim.
Panik. Korku. Ama o durumda bile para konuşuyor. Klişe gelecek belki ama aklıma takılan tek şey bu oldu. Para mı, gerçekten insanların yaşamak için tek şansı para mı? Paran yoksa ölürsün. Herkesin felsefesi bu haline gelmiş.

Ki bu yıllarda bu daha da belirginleşti. Ha 1912 ha 2012. Yüz yıl geçti ama ne değişti? Daha da kötüleşmekten başka ne oldu? Sözde bir demokrasi var dünya üzerinde. Herkes eşit diye bir söz. Soruyorum size. Eşit tutuyorlar mı? Olur ya diplomatlarla beraber bir yerde hayat mücadelesi veriyorsunuz. Her şey saniyelere bağlı. Sizi mi kurtarırlar önce, yoksa onları mı? Sözde eşitlikleri göstermek için belki ufak bir yardım eli gelir ama sadece o kadar.

Bunlar benim görüşlerim ve açıkçası bu konularda pek konuşmak istemiyorum. O yüzden filme döneceğim. İnsanlar canhıraş filikalara doluşuyor ama üçüncü sınıflar hala kapalı tutuluyor demiştik. Onları geride tutmak için de silahlar patlıyor. Bu silahların yanında bir de havai fişekler. Neden? Paniğe kapılmasınlar diye. Halbuki o sırada kimse ne müziğin derdinde ne de gökyüzüne fırlatılan fişeklerin.
Ha diğer cepheye dönersek Rose, Jack’i buldu ama ya kelepçe? Doğal olarak yardım çağırmak için çıktı. Orada da gördüğümüz gibi herkes canının derdindeydi. Kimse onu umursamadı ve o da bir balta alıp Jack’in yanına döndü. Birçok kişinin aklından geçmiştir bu. ‘Ben olsam kesin kelepçeyi değil, ellerini keserdim,’ diye. Yalansa yalan deyin. Rose yine diye denk getirdi. Yoksa düşünsenize bir ressamın ellerini kestiğinizi.
Neyse ki Rose bizim-benim- kadar beceriksiz değildi ve kazasız belasız oradan çıktılar. Ama bir de güverteye çıkma problemi vardı şimdi. Bir kapıyı delerek yol açtılar kendilerine ve beni gerçekten sinirden güldüren bir olay yaşadılar.
Kapıyı kırdıkları zaman bir görevli onlara kapıya zarar verdikleri için parasını ödemelerini söylüyor. E be adam. Gemi batıyor, dakikalarınız kalmış. Zaten koca gemi suların dibini boylayacak sen daha kapının derdindesin.
Neyse ki çiftimiz güzel bir ‘Kapa çeneni’yle susturuyor onları.
Güverteye giden yolu buldular daha sonra ama hala üçüncü sınıf sınırlarındaydılar. Çıkmaları yasaktı. Jack de olayın verdiği güçle ve yanındaki birkaç kişiyle tahta kanepelerden birini soktu. Bunu da kapıyı kırmak için kullandı. Bu noktalarda filmin sonunu bilmeyen, ilk kez izleyen biri umuda kapılabilir ki ben bile, filmi kaç kez izlediğini unutan ben bile, bazen acaba filmin sonu değişebilir mi? Belki bu defa Jack yaşar, insanlar kurtulur diye düşünmeden edemedim.

Güverteye çıktılar çıkmasına da insanlar filikalara veya suya atlıyor, canlarını kurtarmaya çalışıyor. Birden çok sevgili kötü adamımız çıkıyor ve paltosunu da Rose’un omuzlarına bırakıyor, Jack’i kurtaracağına söz vererek onu bir filikaya bindiriveriyor. Tabii ki Jack’e yardım etmeyecek. Okyanus’un Kalbi’ni almış, Rose’u kurtarmış, kendisi de bir filikaya binecek parayı vermiş kafası rahat.
Ama planları tabii ters gidiyor. Elmasın olduğu paltoyu Rose’a vermiş, Rose da Jack’in gözlerinin içine bakıyor filikadan. Tüylerimin diken diken olduğu bir sahnedir. Hele Rose’un son anda kendisini filikadan atışı. Ayakta alkışlayabilirdim o sırada onu.

Jack Rose’a koşuyor, Rose Jack’e koşuyor. Büyük buluşma gerçekleşiyor ama bu buluşmanın battığı biri var. Kötü adamımız çekiyor silahını ateş açıyor çiftimize.
Sinirden daha fazla ağlamak istememe sebep oluyor ama içimdeki hayvanat yumru nasıl bir şeyse hala gözyaşı olmadan hıçkırıyorum.
Sonra Jack ve Rose’un yeniden çıkış yolu bulma mücadelesine geçiyoruz. Yine üçüncü sınıf yine kilit. Sular yükselirken kapıyı açacak bir şey bulmaya çalışıyorlar. Fırsat ayaklarına geliyor, o sırada oradan kaçmakta olan bir görevliyi zorla ikna edip kapıyı açtırmaya çalışıyorlar. Ne var ki adam elleri titrerken anahtarları artık neredeyse boyunlarına gelen suya düşürüyor. Adam da kendi canının derdinden kaçıyor tabii.

Jack de suyun altına girip zorla anahtarı alıyor ama bir türlü yuvayı bulamıyorum. O sırada, bütün o sahnelere rağmen olmayan gözyaşlarımla, delirdim resmen. Kendi kendime mırıldanıyorum. ‘Biri sadece 17, diğeriyse 20. Yapacak çok şeyleri var.’
Sonunda güverteye çıkmayı başardıklarında ise orada başka bir olay oluyordu. Hani filikalara üç beş kişi koyup gönderen, para için her şeyini verebilecek sinirli ve de silahlı mürettebat görevlimiz sinir krizi geçiriyor.
Ancak orada yaptığı bir şeyi, tek bir şeyi gerçekten takdir ettim. Kötü adamımız filikalara binmek için ikinci defa adama para veriyor ama görevli parayı onun suratına fırlatıyor. Çok beğendiğim bir şey söylüyor sonra da: ‘Artık paran bizi kurtaramaz.’
Tabii sonra kelimenin tam anlamıyla cinnet geçirip bir iki kişiyi vuruyor ve kafasına sıkıyor. Ama bizim kötü adamımız Cal pes eder mi? Etmez. Orada bulduğu küçük bir çocuğu oyununa alet edip kıçını kurtarıyor sayın seyirciler.
Filmi her izlediğimde başka bir şey için ağlarım. Bir defasında da Jack ölüp de Cal yaşadığı için kendimi yırttığımı hatırlardım.

Ardından gemiye yapan mühendisi, kaptanımızı ve orkestramızı görüyoruz. Bana kalırsa onurlarıyla öldüler. Mühendis ve kaptan hatalarının bedellerini ödediklerini düşünüyorlardı, bu yüzden kurtulmak için çabalamadılar bile. Orkestrası ise sonuna kadar yan yanaydılar ve müziklerini yaparak huzurla öldüler bence.
Aynı zamanda el ele ölümü bekleyen yaşlı bir çift ve çocuklarına masal anlatan bir anne görüyoruz. İlk göz sulanmasını bu sahnelerde yaşadığımı itiraf ediyorum. İnsanlar umutsuz, bu yüzden çabalayıp acı çekmek yerine bekliyorlar.

Ve sonunda ön güvertenin neredeyse tamamı suyla doluyor ve kıç tarafı havaya kalkmaya başlıyor. Filikalar aşağı atılıyor, insanlar kıça doğru koşuyor ancak dengelerini bulmaları çok zor. Ancak Jack ve Rose sonunda kendilerini kıç tarafına atıyorlar ve en sevdiğim ikinci sahne gerçekleşiyor. Orası onların tanıştığı yerdi. Rose’un atlamak istediği ama Jack’in onu durdurduğu yer. Sonra o güzel sözler. ‘Sen atlarsan ben de atlarım.’ Rose bunu söylediğinde Jack ona öyle bir bakış atıyor ki yüreğimi dağlıyor DiCaprio. O sırada bir papazda dua ediyor. İnsanlar aşağı çekiliyor.
Hala hıçkırıyorum ve bunu durduramıyorum. Kuru olarak ağlamanın imkansız olduğunu sanırdım ama dün gece bunun olabileceğini öğrendim.

Ve oluyor. Gemi basınca dayanamayıp ortadan ikiye ayrılıyor. Buradan sonra artık yavaş yavaş benim de parçalanacak gibi hissettiğim yerler. Kağıt mendilimden bir parça koparmışım çünkü artık sulu ağlamanın yolda olduğunu biliyorum.
Demirlerin öbür tarafına geçip batmayı bekliyorlar. Binlerce insan dondurucu suda can çekişiyor. O an anladım ki bu izleyişimde beni ağlatan Jack’in ölümünün yanında diğer binlerin ölümünü tekrardan yaşamak.

Çabucak Rose’un üzerine çıktığı tahta sahnesine gelmek istiyorum çünkü orası hakkında söylemek istediğim çok şey var. İzleyen hemen herkeste şöyle bir fikir vardır: O tahtaya Jack’de çıkabilirdi. Hayır çıkamazdı. Söylemek istediğim yer vardı evet, hatta bununla ilgili esprili bir fotoğrafta görmüştüm. Tahta boyutlarında bir çizilmiş bir zemin üzerinde bir çift kağıt oynuyor, güneşleniyordu.
Demek istediğim sığamazlardı değil. Alan olarak yeterliydi ama ağırlıklarını kaldıramazlardı. Zaten dikkat ederseniz Jack üzerine çıkmayı deniyor ama tahta ters dönünce vazgeçip sadece Rose’u üzerine çıkartıyor.
O yüzden artık Jack öldü diye Rose’u suçlamaktan vazgeçebiliriz.

Öbür tarafta binlerce insan dondurucu sularda boğuşurken filikaların hiçbiri dönüp onları almıyor, yardım gelmiyor. Jack suda, Rose tahtada bütün filmin en iyi sahnesi gerçekleşiyor. İlk gözyaşının süzüldüğü yer işte burası. Jack’in o sözleri.
“Seni seviyorum Jack.”
“Bunu yapma. Sakın veda etme. Daha değil, duydun mu beni?”
“Çok üşüyorum.”
“Dinle Rose, buradan kurtulacaksın. Hayatına devam edeceksin. Bir sürü bebeğin olacak, onların büyüdüğünü göreceksin. Sıcak yatağında yaşlı bir kadın olarak öleceksin Rose, burada değil bu gece değil böyle değil. Beni anladın mı?”
Şu an bunları yazmak bile, o son cümleyi yazmak bile göz pınarlarımın sızlamasına neden oluyor. İzlerken de hala ciddi bir ağlama krizine girmesem de hala hıçkırıyorum ve zor da olsa birkaç gözyaşını hissedebiliyorum.
“O bileti kazanmak Rose, başıma gelen en güzel şeydi. Beni sana getirdi.”

Sonra bir filika dönüyor. Onlarcasından sadece biri. O da çok geç. Buz gibi sularda yüzen onlarca beden. Rose da uyanık kalmak için ‘Oh Josephine’ şarkısını mırıldanıyor. O Titanic denildiğinde akla gelen sahnede Jack’in onun kulağına fısıldadığı şarkıyı.
Yardım geldiğinde Jack’e seslenmesi ama onu uyandıramamasıysa omuzlarımın titrediği ağlama sebebinin Titanic’ten çıkacağı bir yola girdiğimi söylüyor ama burası beni özel hayatım olduğu için geçiyorum.

Jack sulara gömülüyor, Rose kurtuluyor. Yaşlı Rose konuşmaya başlıyor sonra. Suya dağılan 1.500 kişiden söz ediyor. Yirmi filikadan geriye dönen birinden ve o sayede kurtulabilen sadece altı kişiden.
Bu noktadan sonra tamamen dünyadan kopuyorum ve sular seller moduna giriyorum. Yüksek sesle de ağlayamıyorum, annemler yan odada. Ama gecenin ikisinde normal bir insan için çok fazla ağladığıma eminim.

 Onları sözde kurtaran, çok geç gelen yardım gemisinde kötü adamımız Cal’ın gözlerinin Rose’u aradığı sahneye geçiyoruz. Okyanus’un Kalbi onda ya. Elmasın peşinde adi herif.
Rose gözleri Özgürlük Anıtı’nda ismini söylüyor. Rose Dawson. Jack diyorum, evine gelecekti. Hayalleri vardı. Ölmesi gereken o değildi.

“Artık Jack Dawson adından bir adam olduğunu ve beni kurtardığını biliyorsun. Bir insanın kurtarılabileceği her şekilde. Bir fotoğrafı bile yok. O artık sadece hafızalarımda yaşıyor.”

Nasıl ağladığım belli değil ve birçok insanın bu sahnede böğürerek ağladığına şahit oldum. Yaşlı Rose elması cebinden çıkarıp sulara attığındaysa hem o kadar pahalı bir şeyi harcadığı için ona kızdım hem de en doğru şeyi yaptığını söyleyip daha fazla ağladım.

Geldik en son sahneye. Genelde gözyaşların dolayı pek dikkat edilmez, net görülemez bir sahne. Yaşlı Rose sıcak yatağında yaşlı kadın olarak ölürken gençlik fotoğraflarını görüyoruz. ‘Jack’le planladıkları her şeyi yapmış.’ diyerek kağıt mendili parçaladığımı hatırlıyorum. Bacaklarına iki yana atarak bindiği atı, uçakla çekilmiş fotoğrafı.

Pekala, bu satırları yazarken son sahneyi tekrar izliyorum ama ağlamayacağım. Cidden bu yazı kendimi sulu göz biri gibi hissetmeme neden oldu ama bu filme ağlamayan biri de ya duygusuzdur ya da çok geçerli bir sebebi vardır.

Evet, Rose ölür ve Titanic’e döner. Onlarca kişi, binlerce kişi onu bekliyor. Arka fonda Celine Dion’un şarkısı. Aynı zamanda bir saatin önünde çok daha önemli bir kişi daha onu bekliyor.

Jack Dawson. Ağlamıyorum gözümde Titanic battı.

Not: 1912’de bu gemide ölen herkesi saygıyla anıyoruz.

Gönderen Unknown zaman: 21:55  

0 yorum:

Yorum Gönder

Sonraki Kayıt Önceki Kayıt Ana Sayfa
Kaydol: Kayıt Yorumları (Atom)

Blog Design by Gisele Jaquenod

Work under CC License.

Creative Commons License