skip to main | skip to sidebar

This is me

Unknown
Profilimin tamamını görüntüle

Bu da Arşiv. Tanıştığına memnun olmuş öyle diyo

  • ▼ 2012 (23)
    • ► Eylül (6)
    • ▼ Ağustos (14)
      • Katy Perry Hakkında Gevezelikler
      • Grip vs. Ebru Şallı
      • Kim, kiminle, nerede, ne zaman?
      • Ailecek Havalıyız.
      • Okul Halleri?
      • Yine Kırarım Topuğunu Sürtüğün
      • Cem Adrian ve Halil Sezai beraber söylemiş, ölek biz
      • Adı Dean Winchester Olması Gereken Dizi
      • Nerelere gidem şimdi ben?
      • O var ya o gider, sen kalırsın
      • Ağlamıyorum, gözümde Titanic battı
      • Öğk Gelmesi Olayı
      • İstanbul Günlükleri
      • Zerrie?
    • ► Temmuz (2)
    • ► Haziran (1)

Sample Text

Sample text

  • Merhaba, ben benim. Ben ben olduğum için benim ki bir ben var benden içeri, benden dışarı, bir ben var hep bende. Tamam edebiyat yapmaya çalışırsam batırırım ama doğaçlama bırakırsam güzel şeyler çıkıyo-muş. Öyle derler yani. Ben yazarım da yazarım. Bi de gülerim. Gülerim böyle böğürerek sonra bi de bağırarak konuşurum. Sesim daha önce hiç bu yüzden kısılmadı mutluyum. Ama insanlar beni görmezden gelince çok bozuluyorum var yaaa öyle böyle değil. Tamam nefret ettiğim çok şey var ama bunun yeri başka. Aşırı rezil olan, normal bir insanın rezillik kapasitesini aşarım. Başağım ben. Bir olayın otunu bokunu düşünürüm sonra da kendimi yerim. Mesela meraklıyımdır ama kendimi övmek gibi olmasın iyiyimdir de yani. Cart curt başağın birçok özelliği bende var. İki şey hariç. Birincisi aşırı düzenlilik durumu diğeri tutumluluk. Aslında düzenlilik hangi açıdan baktığına bağlı olarak değişir. Somut anlamda çok dağınığımdır. Eşyalarımın arasında kaybolurum. Soyut anlamda kabul çok didiklerim, planlarım bir şeyi. Tutumluluğa gelince elime geçen para aynı gün biter hiç biriktireyim olayı yok bende. Sonracığıma müzik hayatım spor düşmanımdır. Yok arkadaş oldum olası sporla yıldızlarımız barışmadı. Aerosmith varsa ben de oradayımdır. Pearl Jam, Nirvana, Amy Winehouse, Kelly Clarkson dinlemeden günüm geçmez. İflah olmaz bir DiCaprio aşığıyımdır. Oyş DiCaprio sloganı altında yerim ben onu. Titanic de favori filmim anlayacağınız üzere. Bir Gün de en sevdiğim diyebileceğim kitaptır. Dream On (Aerosmith) şarkısını da zaten severdim ama artık anısı var daha çok seviyorum. Çok seviyorum hani öyle böyle değil. 90'ları severim, retro havaları falan. Günümüzden çok geçmişe ilgim vardır. Yaşadığımız ortamdan çok göremediklerimi merak ederim. Bizim yaşadığımız hayat dışında milyonlarcası var, onları. Yalnızlığı, sessizliği severim. Hep tek başıma bir yolculuğa çıkmak istemişimdir. Hep mutlu mutlu takılırım. Tanışanlar sağolsun çok tatlı derler. Şimdi bunu diyorum diye aman ne de kibirli demeyin tanımadan bilemezsiniz. :*

Sample Text

Blogger tarafından desteklenmektedir.

Ads 468x60px

Popular Posts

  • Ağlamıyorum, gözümde Titanic battı
    Sayfamda okuyanlar vardır belki bunu ama İflah Olmaz DiCaprio Aşığı olarak burada da yayınlamam gerektiğini düşündüm :D  Geçen gece ...
  • Katy Perry Hakkında Gevezelikler
    Sizlere Katy Perry ve Teenage Dream albümünden, kliplerinden bahsedeceğim booool gifli bir yazı yazacağım. Uzun gibi gelebilir ama yüzde 95...
  • Adı Dean Winchester Olması Gereken Dizi
    Sadece tek bir insan için izlenesi bir dizi varsa o da SPN'dir. Bayanlar ve baylar, işte karşınızda Dean Winchester-Jensen Ackles. ...
  • Prince of the covers
    Benim için coverları en iyi olan ikinci insan, Prince of the covers, Max. Tipini de yirim şerefsizin sesini de. Bi de Breakeven...
  • ...dedin mi şöyle bir durcan ve dicen ki 'I am Chuck Bass'
    Çok sevgili Chair severler, Birkaç klişe ama sevilen Chair sahnesi hakkında konuşacağım. 1. Limo Sahnesi İlk Chair sahne...
  • Oyş DiCaprio
    Oyş DiCaprio adında yürüttüğüm gizli projemde -asdfghjk- bulunan gizli dosyalardan yani zulalarımdan birkaç parçayı sergilemeye karar verdi...
  • Okul Halleri?
    S: Hadi, bana iltifat et. Saçlarımın ne kadar güzel göründüğünü söyle. B: Ama saçların iğrenç görünüyor. Duş almadın mı?   Şimdi ok...
  • Cem Adrian ve Halil Sezai beraber söylemiş, ölek biz
    Üzgün olduğumda Bruno Mars dinlerim ben, Kelly Clarkson falan dinlerim ama gerçek bir depresiflik halinde bunları dinleyemezsin. NET.  ...
  • Babayla Edebi Konuşma Seansı
    Klasik bir babayla edebi konuşma seansına hoş geldiniz. Göreceğiniz şeyler bir o kadar tanıdık bir o kadar da garip gelebilir. Konuşma kard...
  • Evlenmişler lan
    Hayır ben şimdi kızın saçlarının ne kadar güzel olduğuna ve bana kısa saçın yakışmadığına mı yanayım? Yoksa kızın söylediklerine mi? ...

Social Icons

Followers

Featured Posts

Uzayda Hayat Var

Yazmak için mi yaşıyorum, yaşamak için mi yazıyorum? Bilmiyorum. Neyse ben bir Harry Potter izleyeyim bari. Çok yaşa Sly, Voldi. Oyş DiCaprio. Oye Aerosmith. Dean W. I am Chuck Bass. Delena. Falan filan Başak burcu bi' yazar.

Pages

  • Ana Sayfa

Katy Perry Hakkında Gevezelikler

29 Ağustos 2012 Çarşamba

Sizlere Katy Perry ve Teenage Dream albümünden, kliplerinden bahsedeceğim booool gifli bir yazı yazacağım. Uzun gibi gelebilir ama yüzde 95'i giflerden oluşuyor.

Öncelikle bir Katycat olarak şunu söylemeliyim ki o benim ilham meleğim ve şarkılarıyla kendimi değerli hissetmemi sağlayan insan. Her klibi, şarkısı başka bir ruh haline iyi mutluyken de üzgünken de şarkılarıyla yanınızda olabilen biri. Sefiom seni Keytiii.

1.California Gurls

 
Eğer bir erkek olsaydım bu şarkı üzerimde bayaa etki bırakabilirdi. Açık bir şekilde ateşli California kızlarını anlatıyo. 'Malesef Katy, ben erkeklerle ilgileniyorum gülüm' dedirtmenin yanında 'Güzel kızlar varsa taş erkekler de vardır, California yolcusu kalmasın' da dedirtebilen dans etmelik şeker gibi bi şarkı. klibi de öyle zaten. Bir oyun tahtasına düşün Katy'nin şekerlerle yaşadığı maceralar. Hem erkekler hem de kızlar için ağız sulandıran bir video. Snopp Dogg'la da daha eğlenceli hale gelmiş şarkı. Ne kadar Snopp Dogg deyince aklıma Snoopy gelse de...

2.Teenage Dream



      Gençliğini yaşa diyen bir şarkı. Hayatını yaşa. Geri dönüşü yok. Pişmanlık yok, sadece aşk. Ölene kadar dans edebiliriz. Sen ve ben, sonsuza kadar genç kalırız.
İnsanda yattığı yerden kalkıp yatağının üzerinde zıplama isteği uyandırıyor ki imkanınız varsa denize karşı küfretme şeysini bile yapabilirsiniz. Enerjik ve genç olduğunuzu hissetmenizi, hayal kurmanızı sağlayan mükemmel bir şarkı. Yani işi, gücü, dersi sallayıp hayatın keyfini çıkartma, aşık olma isteğiyle dolup taşmanıza sebep oluyo. Ama siz Katy'i dinlemeyin, oturun dersinizi çalışın çucuklar.

3.Firework



            
Bütün albüm boyunca en sevdiğim şarkıdır Firework. Tüylerimi diken diken edebilen bir şarkı. Bir dönem uyumadan dinlediğim bir şarkı ve bana en çok ilham veren şarkı. İnsanın içini öz güvenle dolduruyor. 'Kendine güven, sen eşsizsin'  şarkının mesajı bu. Klibinde de toplumdan dışlanmış insanlar yer alıyor. Şişman, hasta, inek, ezik, gay öyle ya da böyle toplumda farklı görülen insanlar. Ve bu şarkı farklılıkları ortadan kaldırıyor. Sen özelsin ve kimse senin yerine geçemez. Sen olmazsan bir şeyler hep eksik kalır. Çok ama çok severim bu şarkıyı. Kimseyi kişisel tercihleri ya da bedenleri için yargılayamazsın. Onları Allah yarattı, yargılamak sana düşmez. Kabullenmeyi anlatıyor bu şarkı, insanlara kucak açmayı. Dinlemek bile içini cesaretle dolduruyor. Ümitsiz anlarınızda açıp bu yazdıklarımı düşünmenizi, hissettiklerimi hissetmenizi isterim. Her zaman bir çıkış yolu vardır. Ha bi de Katy'nin saçlarına ölmüştüm bu klipte. Gerçi ben onun saçlarına hep ölmüşümdür.

4.E.T.



İlk çıktığı zamanlarda arkadaşlarla sınıfın kapısının önünde elimizde 8. sınıf SBS test kitapları bağırarak söylemişliğimiz var bu şarkıyı. Ders çalışırken dinlerdik, her yerde sözleri yazardı. Duvarlarımızda şarkının sözlerini falan tamamlardık. Uzaylılara inanan, kendine demişliği olan Doctor Who sever bir insan için ne büyük nimetti bu şarkı. 'Uzayda Hayat Var' adlı bi blogun marşı olabilecek nitelikte bir şarkı. Katy'nin makyajlarının da çok iyi yapıldığı bir klibi var. Az buçuk tırsıyor insan açıkçası. Çok başarılı efektlerdir. Kanye West'le beraber çok iyi olmuştu bir şarkı. Of o günleri özledim valla. Ezberlemeye çalışırdık. Şimdi şakır şakır söylerim.


5.Last Friday Night


2011 yazı boyunca dinlediğim bir şarkıdır. Hele de T.G.I.F kısmında 'Cumalar gelsin, geceler olmasın hobaa' diye gaza gelir insan. Tam bir yaz şarkısıdır ve benim için 2011 yazında Skyscraper'dan sonraki en iyi şarkılardandır. Hele klibi. Of ne kliptir o. Hiçbi klipte bu kadar güldüğümü hatırlamam. Katy'nin o Ugly Katy, diş telli modları falan tam kırılmalık zaten. Sonra inek kızımız cuma gecesini komşusu Rebecca'nın partisine uğrayarak geçirmeye karar veriyor ve ipler kopuyor. Bi tane de inek prensimiz var ki o da Glee'den Artie. Glee'deki tekerlekli sandalyeyi atması dışında değişmemiş, hala çok sempatik amaa partide taşlar da yok değil tabii. Katy'nin evrimine öldüm zaten. Özellikle teli çıkarma sahnesine sonuç olarak taş gibi bir Katy geliyor ki favorim ayakkabıları. İkisi de farklı renk ya bittim onlara. Artie de tekerlekli sandalye dinlemiyor döktürüyor. Kopan kopana partide sen de dinlerken tepiniyorsun.(Tescilli onaylı bi olay) Neyse işte inek prensimiz yumruklarını falan kullanıyor ve bizi kahkahalara boğuyor. Sabah Katy'nin halleri bi numara zaten ve taşı kapmış. Ugly Katy olmuş sana Lucky Katy. Tam partilik bir yaz şarkısıydı. Cumayı bekleyip de o gece evde Acun'u izleyince hayal kırıklığına uğratan bir şarkı aynı zamanda.

6. The One That Got Away



Yaşlı Katy, ne kadar da sempatiksin sen. Pamuk gibi bir nene olan Katy'nin gençliğini hatırlaması falan filan bana Titanicvari bir klip gibi geldiğinden hep daha çok etkilemiştir. Şarkı desen elden giden şansları anlatıyor. Pişmanlıkları, keşkeleri... bi de sanatçı kişiliklerin ne kadar çekici olabileceğini. Ressamlardan çok iyi sevgili olabileceğini falan.. Evet, duygusal şarkıdan bunu çıkardım vurmayın. Şaka bir yana başka bir hayatta olsa yanında kalacağını söylüyor Katy, onun olacağını. İkinci bir şans istiyor bir nevi. Kim istemez ki ikinci bir şansı? Hatalarının bedelini sevdiğini kaybederek ödemiş yaşlı bir kadını görüyoruz. İnsan dediklerinden pişman oluyor ister istemez, kırdığı insanları düşünüyor. Ya ona son söylediklerin kötü şeyler olursa? ya kötü sözlerle ayrılırsak? 'Kimseyi kırma, hataların dönüşü olmaz' diyor bence bu şarkı. 'Git ve üzdüklerinden özür dile, onları ne zaman kaybedeceğin belli olmaz.'
Ha dövmelere de ölmedim değil hani. Birbirini tamamlayan dövmeler. İnsan aşk bu diyor ister istemez ve böyle bir aşka sahip olmak istiyor. Yaşlı ve genç Katy bir araya geldikten sonra akla gelen o ayrılık sahnesi de çok damar tabii. Ama anlayamadığım bir nokta var. Neden ressam taşımız Katy'nin bir şey yapamamasına bu kadar sinirleniyor. 'Şakaymış sonra da boku çıkmış' desen surat ifadeleri hiç de şaka gibi değil ama ne olursa olsun Katy'nin yaptığı ciddi bir mallıktı. Sen git cillop gibi resmin içine et. Çocuk da sinirlenir gider tabii. Haa kaza yapmasının da sebebi Katy. O düğünden aldıkları duvak dikkatini dağıtıyor ve gidiyor gül gibi çocuk. Tabii yolun ortasında o kayalar ne arıyor belli değil ya neyse. 
Ama bu klipte favorim yaşlı Katy'nin kaza yerine gelmesi, ressamcığımın ruhunu görmemiz ve arka fondaki 'You're my sunshine' detayı. 

7.Part Of Me


Bu bir intikam şarkısı ve bence Russell Brand'a yapılmış bir gönderme. 'Sen beni bırakıp gittin ama işte ben buradayım ve daha güçlüyüm' diyor şarkı. 'Sen bana yok etmeye çalışabilirsin ama ruhumu kıramazsın, bu benim asla gitmeyecek parçam' diyor Katy. Klibinde de onu aldatan bir şerefsiz görüyoruz. Bütün erkekler aynı lan, dedim bunu görünce. Katy'ninkiler de benimkiler de sizinkiler de. Adamlar duygularımızı zerre önemsemiyor. Ama bu şarkı kadının gücünü gösteriyor. Asla yıkılmayacağımızı, tökezlesek bile daha güçlü doğrulacağımızı.
Klipte bunun için orduya katılma gibi bir yol seçilse de biz daha normal yollar bulabiliriz tabii. Ama yine de Katy'e kısa saçın bile yakıştığını görebildik burada. Ya da bir erkeğin bir kadını yok edemeyeceğini, sadece güçlendirebileceğini gördük.
Bu klip bence Russell Brand'aydı dediğim gibi. 'Sen beni terk ettin ama bak umurumda mı? Artık daha güçlüyüm' mesajını çakmış bir güzel. Terk edilen, kırılanlar için bu şarkı.

8.Wide Awake



'Malmışım' diyor Katy. 'Sana nasıl da kanmışım?' Bu şarkı da gözlerini daha geç açanlar için. Şak diye gerçeğe düşenler ve daha büyük hayal kırıklığına uğrayanlar için. Her ne kadar bu klip hakkında Katy'nin İlluminati'den kurtulma çabasından kurtulmaya çalıştığını düşünenler de olsa ben gözlerinin açılması, uyanması olayı hakkında konuşmayı tercih ediyorum. (İllu hakkında olanları araştırıp okumanızı tavsiye ederim, bana mantıklı geldi.)
Part of me'de ayağa kalkış süreci anlatılmıştı Wide Awake'de ise fark etme süreci anlatılıyor. Gerçekleri görme süreci. Aldatıldığını, kandırıldığını. Sağolsun Katy ablacığım bu süreçte de bize destek çıkıyor. Nasıl kaybolduğunu ve nasıl çıkışa ulaşabileceğimizden de bahsetmiyor değil.
Klibe dönersek Trailer'ı da çok kaliteli bir klip. Dikkat çekici. Zehirli bir çilek yediğini görüyoruz. Bunu farklı nitelendirenler de olsa -İllu illu of aklım oraya kayıyo hep- bunu aşk olarak da görebiliriz. Nasıl zehirlediğini. Sonra Katy, Katheryn'den yardım istiyor. Küçüklüğünden gerçek benliğinden. Ha Katy kurtuluyo sonunda ama bir de Prince Charming görüyoruz yani Yakışıklı Prens'i ama kandıracak çapraz parmaklardan belli olay. 'Artık kanmam' diyor ama 'Artık uyanığım, gözlerim açık.' 
Bizim adımıza da bütün erkeklere yumruğu çakıyor. Ayakta alkışlamışlığım var burada Katy'i. E insan gaza geliyor arada. Kanmamak gerek dimi ama erkeklere? Az buçuk feminist bir şarkı olabilir ya da feminist yorumlamış olabilirim ama harika bir şarkı olduğu gerçeği ve Katheryn'in tatlılığı inkar edilemez.





Teşekkürler Katheryn Elizabeth Hudson, bütün o mükemmel ve ilham verici şarkılar için, mükemmel sesini bizimle paylaştığın için. 
Seni sevmeyen ölsün Keyti <3


[ Lyrics from: httgirls.html ]

Gönderen Unknown zaman: 18:34 0 yorum  

Grip vs. Ebru Şallı

Ölümüne kapışacak iki lanet şeydir benim için grip ve Ebru Şallı. Eğer ikisine aynı anda maruz kaldıysanız -benim gibi- sanırım ölmek daha az acı verirdi.

Dedim ki madem ikisi de hayatı berbat etmek için var kapıştirim, karşılaştirim bakalım.

Not: Dünden beri pilates yapıyorum DVD'den, Ebru Şallı'ya garezim oradan.

-Ebru Şallı 'Acıyı hisset.' derken şuh gülüşler atar.
+Grip Virüsleri sen hapşurdukça kahkaha atar.

-Ebru Şallı acılı hareketlerle seni yataklık eder.
+Grip ona karşı aldığın ilaçlarla uykunu getirir, yataklık eder.

-Ebru Şallı zorlamaktan cıvkının çıkmasına terlemene neden olur.
+Grip karşıtı ilaçlar seni terletir durur.

-Ebru Şallı ilk başladığında hamlamana ve acı çekmene neden olur.
+Grip burnunun devamlı silmekten aşınmasına ve acımasına neden olur.

Vee...

İkisi de lanet kahkahalar atarken, sen yatağında acı çekip terlerken hapşurursun ve hamlamış karnın öyle bir ağrır ki...

Tamam biraz önce hapşurdum ve gerçekten acı çekiyorum. 

Yaz mevsiminde grip oldum, bu da yetmezmiş gibi pilatese başladığımın 2. günü. Bana kaderin bir oyunu mu bu? 

Ha ben ölim o zaman. Valla daha az acı çekerim.

Gönderen Unknown zaman: 00:11 0 yorum  

Kim, kiminle, nerede, ne zaman?

28 Ağustos 2012 Salı

 
GG'yi izledim izleyeli hep çıkardığım bir diyagram vardır. Defalarca arkadaşlarıma anlatmak için sıraya çizdiğim bir şey. Merak edenler varsa diye -merak edin lan- hemen paint terk bir olarak diyagramı size sunuyorum.
Valla o yukarıdaki fotoğrafı yapandan Allah razı olsun içimi okumuş, benim gibi saçma salak bir biçimde değil, gayet sanatsal olarak anlatmış.
 
Kim kiminle çıkıyor, kim kime giriyo belli değil. Kısaca kim kiminle anlaşılamadı gitti. Dizide belirgin bir 7'li vardı -gerçi şu an o 5'i indi ki mutluyuz bu konuda- o 7'li de kendi içinde dönüp dururdu. Bi ara Dan ve Jenny'i sevişirken görcez diye korkmadım değil.
 
Haa tüm bu kim kiminle olaylarına rağmen her zaman inandığum belli çiftler vardır benim.
 
Chuck-Blair
(Ki onlar için ayrı bir yazı yazacağım. Bittiğim bir çifttir. Oyş ne yakışır onlar. Blair Bass günlerini göreceğim günleri bekliyorum.)
 
Nate-Serena
(Artık ümit yok gibi görünse de hiç belli olmaz bu dizide olacaklar. Nate ve Blair'ı hiç yakıştırmazdım zaten. Ee Nate de Blair'ı Serena'yla aldattığına göre geçmiş sezonlarda, neden bir arada olamasınlar ki. Gerçi oldular ama ayrıldılar. Neden? DAN YÜZÜNDEN. Pabucumun Dan'i. Humphrey'leri hiç sevmiyorum zaten. Chair üzerinde hep kötü etkileri oldu ama bu buranın konusu değil.)
 
Dan-Vanessa
(Ha Vanessa diziden çıktı gitti sen neyin kafasını yaşıyon diyenler olabilir. Napim bu 7'li çin konuşuyoruz. Açıkcası ne Dan'i ne de Vanessa'yı severim o yüzden iki gıcık yakışıyorlar.)
 
Jenny
(Yalnız kalsın bu sürtük. Piç gibi kalsın. Blair Bass olmamasının, Chuck'ın bıçaklanmasının ve Chair olmadı diye kendini yemelerin tek sorumlusu bu pisliktir. Diziden çıktı da kurtulduk zaten oh.)
 
Her ne kadar artık GG'nin boku çıkmış olsa da, Gossip Girl işini bırakıp Georgina onun yerini devralmış ve bütün heyecanı batırmış olsa da tek bir çift için izlenilesi bir dizi. Chair olmasaydı zaten kimsenin diziyi izleyeceğini zannetmiyorum. Amaa Chuck ve Blair'ın tamamen kavuştuğunu görene kadar rahat etmeyeceğim de bir gerçek.

Gönderen Unknown zaman: 21:06 0 yorum  

Ailecek Havalıyız.

Halamlar, babaannemler gelmiş bize. Aile şeysi işte. Balkonda oturuyo hepsi. Ben de içeride blogumla ilgileniyorum.
Sonra çok ilginç bir olay oldu. Halamın telefonu çaldı. Hayır işin garip kısmı bu değil. İşin garip kısmı zil sesi. Bad Romance'i duyduğuma yemin edebilirim. Ama tabii bi inanamama durumu söz konusu.
Annem: Telefonun Lady Gaga'yla mı çalıyo?
Babam: Lady Gaga neymiş bi türkü falan yapsana.
Eniştem: He bu ne böyle?
Gülüşüyorlar tabii bu arada. Ben de içeride şaşkınlıkla konuşmaları dinliyorum.
Halam da suçu kuzenime kitledi, telefonla konuşmaya başladı. Ben de hala inanamıyorum ya anneme sordum.
-Halamın telefonundan çalan Lady Gaga mıydı?
+Evet, halan Lady Gaga dinliyor.


Ovye dedim. Annemler Lady Gaga'yı tanıyo, halamın telefonu Lady Gaga'yla çalıyo. Ailecek çok havalıyız fak.

Gönderen Unknown zaman: 20:43 0 yorum  

Okul Halleri?

S: Hadi, bana iltifat et. Saçlarımın ne kadar güzel göründüğünü söyle.
B: Ama saçların iğrenç görünüyor. Duş almadın mı?
 
Şimdi okulda dimi bunlar? He okulda. Kendi okul halimi düşünüyorum bi de. Okula saçımı taramadan tepeden yaptığım dolaşık bir topuzla gittiğimi bilirim ben. Heheyt öyle artistik modeller, tüylü ıvır zıvırlar. Nerde? Saçından tuttukları gibi numaranı alırlaar. Sonra veli toplantısında al başına belayı. Biz her ders saçımızı toplayalım, tenefüslerde açalım sadece. Ki o saçın halini de sen düşün. Ha bi de saçında bir iki bukle, kabarıklık belirtisi varsa sıç-tın. Topluyorum açınca bi şeye benzemiyo, her buklecan başka tarafa bakıyo.
 
Sen daha gelmiş Serena'nın saçına laf ediyorsun. YUH DİYORUM SANA BLAIR. GEL Bİ DE BİZİM OKULDA KAL Bİ HAFTA. ARKANA BAKMADAN KAÇIYOR MUSUN KAÇMIYOR MUSUN?
Tamam atarlandım da azıcık.
 
Para böyle bi şey. Manhattan böyle bi şey. Net.

Gönderen Unknown zaman: 20:36 0 yorum  

Yine Kırarım Topuğunu Sürtüğün

Kısa boyuna rağmen dikkat çekiciydi genç kız. Ufak tefek görüntüsüyle nasıl da korunmaya muhtaç. Her erkeğin kol kanat germek isteyeceği biriydi. Ama içten içe öyle miydi? Hayır o güçlüydü, kimseye ihtiyacı yoktu. Başı dik yürüyordu ve...

Sürtüğün tekiydi. Çirkindi. Kocaman bir ağzı vardı ama erkeklerin dikkatini çekiyordu işte. İstemsizce kısa boylu insanlara bir antipatin oluşmasına neden oluyordu.

 'Kısa insanlar, Tanrı mükemmel olana kadar bir şeyin büyümesine izin verir.' 

Peki soruyorum sana. Her zaman mı? Belki de ne kadar büyürse büyüsün asla mükemmel olamayacağı için çok yer kaplamasın diye öyle kalmıştır.
Kısa boylu insanlar ikiye ayrılır.

Çok iyiler ve çok kötüler. Lanet olsun ki boyu kısa olan insanlarda gri yok. Beyaz ya da siyah. Ve o sürtük, kesinlikle koyu bir siyahtı.

Topuklu giyse geçen seferkine yaptığım gibi bakışımla kırarım topuğunu. Ama yine ya bir yerlerden Mercedes çıkar ya da şöyle Francisco bozması bi yakışıklı yardım eder ona.
Neden? Doğanın kanunu mu bu?


Not: Kısa boylu insanlara lafım yok ya da boylarına. Kimseyi dış görünüşüne göre yargılayamam, hakkım değil zaten çok yakın arkadaşlarım da vardır kısa boylu, çok iyi insanlar. Bu yazı belli bir kesim hakkında.

Gönderen Unknown zaman: 14:38 0 yorum  

Cem Adrian ve Halil Sezai beraber söylemiş, ölek biz


Üzgün olduğumda Bruno Mars dinlerim ben, Kelly Clarkson falan dinlerim ama gerçek bir depresiflik halinde bunları dinleyemezsin. NET.
 Cem Adrian da Halil Sezai de gerek şarkılarıyla gerek de sesleriyle ağzına sıçılmış olduğunu net olarak belirtir. Normalde çok sevdiğim, takip ettiğim insanlar değildirler amaaa depresyona giresi olan insanlar için birebirdiler. 

Ve bu iki öküz sesli insan düet yapmış. Bi de en duygusal şarkılardan birinde. He ölek biiz o zaman.

Gönderen Unknown zaman: 14:24 0 yorum  

Adı Dean Winchester Olması Gereken Dizi

Sadece tek bir insan için izlenesi bir dizi varsa o da SPN'dir.

Bayanlar ve baylar, işte karşınızda Dean Winchester-Jensen Ackles.

Hemen buraya bir not düşmek istiyorum. Dizinin tamamını izlememişler okumasa daha iyi olur. Valla sonra yemeyin beni 'ay ben burayı daha izlemedim niye söyledin' diye. Ha hiç spoiler olmaya da bilir. Belli olmaz yani :D

Dean Winchester dediğimiz yakışıklı Supernatural'ı izleme sebebidir. Başlı başına bir diziyi izleme sebebi. Mimik ustası bi kere. Hem şirin hem de seksi.
Ayrıca kardeşi için cehenneme gitmiş, oradan taş gibi bir melek tarafından çıkarılmış, Michael'ın bedeni, meleklerin oyuncak etmeye çalıştığı, Impala'nın sevgilisi, küfrederek eritebilen -bknz. Son of the bitch-, yaratık bir çocuğun babası, sevdi mi tam seven delikanlı, hem savaşkan hem sevişken bir avcı.

Supernatural değil de Dean Winchester ve Maceraları falan olmalıydı dizinin adı. Zaten izleyici kitlesinin yüzde 90'i onu izliyo 

Not: Mübarek adam ama her yere gitti. Cennet, Cehennem, Dünya yetmedi Araf'a -Purgatory- taşındı oy dağlaar. Impala'nı da al kapıma dayan, beraber ava gidek erkekim -.-

Gönderen Unknown zaman: 00:27 0 yorum  

Nerelere gidem şimdi ben?

27 Ağustos 2012 Pazartesi

Sabah olmuş, gün doğmuş
Her yerimde karlar
Doymadım, dönülmüş deliyee
Helal olsun, aşk olsun
Gözlerimde yaşlar
Durmadım, dönülmez geriye

İstanbul'dayken bir de Duman konserine gittim. Ortaköy'de. O mükemmel manzara. O kalabalık. Elinde biran ve Duman.

Ama çok kalamadık o gece konserde. Helal Olsun'a sıra gelmedi. Bir anlamı mı vardı diye düşünürüm hep. Dinleyemememin bi nedeni mi vardı? Böyle mi olmalıydı?

Geceler zehir, geceler kara mıydı artık?
Uçasım gelse kanadım mı kırıktı?
Ahey ahey nerelere gidecektim ben?

Ah tabii ki olay böyle değildi ama insan düşünmeden edemiyor. Yoksa bu kader mi :O

Not: Tabii ki değil.

Gönderen Unknown zaman: 23:41 0 yorum  

O var ya o gider, sen kalırsın

Biliyorum, çok tatlı konuşuyor. Biliyorum, o mesaj atmıyor. Biliyorum, o seni fark etmiyor. Biliyorum, hep mesaj atan taraf sensin.

Karar veriyorsun, değil mi? Ben mesaj atmayacağım bundan sonra. Hatta yeterince cesursan ve o da bu konuşmalara rağmen senin ondan hoşlandığını anlayamıyorsa trip bile atabilirsin. Ama o napar biliyor musun?

Seni bir mutlu eder, bir üzer. Ağzına s*çar senin. Sevmek, sevilmek senin hakkın değil mi? Benim hakkım değil mi?
Bize bunu yapıyorlar. Bizi ağlatıyorlar. Bazen dışa akıyor gözyaşlarım, bazen içe. İçe akan en beteri. Atamazsın. Boğazına yapışır, bir gıcık gibi.

O var ya o, aptal. Odun o. Kendi de kabul edebilir. Düzeleceğine dair konuşabilir. Mutlu olursun.
O var ya o, piç. O. çocuğu. Senin bıraktığın bir şeyi bıraktığını söyler. Senin için bıraktı sanarsın. Onun ağzından duymak için sorarsın. Boktan bir sebep söyler. Öylece kalırsın.
O var ya o, Adriana Lima manyağı. VS takipçisi o. Sırf dikkatini çekmek için moralin bozuk gibi davranırsın. Sebebini sorar mutlu olursun.
O var ya o, hep çirkinlere bakar. Çirkin ama taş gibi kızları beğenen o. Moralinin bozuk olmasının nedeni olmadığı hatta moralin bozuk olmadığı için anlatmak istemediğini söylersin. 'Hıı tamam.' der. Mal gibi kalırsın.

Paradoks bu. Kısır döngü. Başı da yok sonu da. Bir mutlusun, bir mutsuz. Beyefendi sağolsun.

Sonra bomba patlar. Kısır döngü tek bir yerde tıkanır.

Oklar '...kalırsın' kısmını gösterir.

Mal gibi kalırsın.
Piç gibi kalırsın.
Yalnız kalırsın.
Onsuz kalırsın.
Sessiz kalırsın.
Uzağında kalırsın.
O seni beğenmez bile ama sen yanında kalırsın.
O gider ama sen kalırsın.

Bir şey öğrenirsin. Başkasını sevdiğini, başkasından hoşlandığını, başkasını güzel bulduğunu. Yakınından birini.
İçin çıkana kadar ağlarsın.

Arkadaşa ihtiyaç duyarsın.

Çok sevdiğim bir-iki arkadaşım aklımı başıma getirdi benim.
Birine dedim ki 'Bana hissettirdikleri -iyi ya da kötü- her şekilde içimde bir şeylerin kıpırdanmasına neden oluyor. Bunu kaybetmek istemiyorum. Yeniden her şeye gülen o kız olmak istemiyorum.'
Sonra bana öyle bir şey söyledi ki onun gibi birini tanıdığım için şükrettim.
'Her şeye gülmek zaten hayatı anlamsız kılar,' dedi bana. 'Ama üzüleceksen dışarıdaki insanlar için üzül. Başlarının üzerinde çatıları olmayanlar için mesela, kaç gündür aç olanlar için...'

İçimdeki mazoşist yanı söküp atamadı elbette. Onunla konuşmaya, şansımı denemeye devam edeceğim gerçeğini durduramadı. O başkasıyla çıkana kadar savaşma kararımın önüne geçemedi ama gözlerimi açtı.
Senden kötü durumda olanlar var. Aşk acısı çekebilirsin, çek. Normal olan bu ama asla dışarıyı unutma. Senden kötü durumda olanları.

Sen yumuşak yatağında, kucağında dondurmanla karşında büyük ekran televizyonun depresyona girerken dışarıda banklarda yatan ve yiyecek ekmek bulamayanları unutma.

Elbette depresyona gireceksin ki ben kıyılarında geziniyorum, açıkçası tavsiye etmem zaten şu an o depresif havayı üzerimden atmak için yazıyorum, sadece unutma.

Sonra bir başka arkadaşım da ağzıma küreklen vurdu.
'Güzel demesi önemli değil. Ben de okulda birçok kişiyi yakışıklı buluyorum, empati kur.'
'Aynı değil işte,' dedim ben de hala son çırpınışlarla. 'Erkeklerin yapısı farklı. Bizim gibi düşünmüyorlar.'
'Onların bu olayı bizden daha beter. Binlerce kızı beğeniyorlar ama çok zor aşık oluyorlar.'

Eğer bu gece depresyona girmediysem, artık ağlamıyorsam ve Cem Adrian dinlemiyorsam sebebi bu iki arkadaşım. Bunu okuyorsanız teşekkürler kızlar. BİSMİLLAHİRAHMANİRAAHİM BEYNİM GERİ DÖNDÜ. diyebilmemi sağladığınız için ya da DOYAMADIN MI KENDİNİ YEMEYE MOTHERFUCKER? deyip silkelenebilmemi sağladığınız için. İLACIM dememe gerek kalmadan kalbimin düzelebileceğini sağladığınız için.
Her ne kadar birbirinizden habersiz olup biriniz 'ümit var' diğeriniz 'bırak gitsin' demiş olsa da.

Azıcık mazoşist olabilirim ama hayır, ondan vazgeçmeyeceğim.

Malın teki ama ben de malım ve birlikten çok şirin oluyoruz

Gönderen Unknown zaman: 23:30 0 yorum  

Ağlamıyorum, gözümde Titanic battı



Sayfamda okuyanlar vardır belki bunu ama İflah Olmaz DiCaprio Aşığı olarak burada da yayınlamam gerektiğini düşündüm :D 
Geçen gece moralim bazı sebeplerden bozuktu, içimde bir sıkıntı vardı. Ağlasam atacağım, biliyorum.
Bayram, evde de değiliz. Köye gitmişiz. Tanımadığım yarım düzine insan ne kadar değiştiğimi söyledi, yaşımı sordu. Bütün gün yanımda kuzenim, emme basma tulumba gibi kafa salladık, gülümsedik durduk. Ama içimdeki sıkıntı gittikçe büyüyor, içimi tıkıyor. Ağlamam gerek, buna ihtiyacım var ama içimdeki yumru nasıl büyümüşse damla yaş akmıyor.

Neyse ki sağ salim günü atlattık, bindik arabaya. Kulaklıklar var tabii ki. 'Yolculuk demek daha fazla müzik demek' felsefesini sonuna kadar savunanlardanım çünkü. Bıraksan banyo yaparken bile dinlerim ki hoparlörü açıp yapmışlığım var.

Yol kısa, bir saat ama bulutların aldığı şekiller hatta yolun kenarındaki otlar bile beni rahatsız etmeye başladı.
Kardeşim de müzik dinlemek isteyince kulaklıklardan tekini verdim. Bu aralar müziğe çok ilgili ablaları, abileri.
Amy Winehouse açtım, soul-jazz tarzını anlattım. Nirvana, Aerosmith açtım, rock çeşitlerinden bahsettim. Sonunda Aerosmith'in çok iyi şarkılarından Amazing'de karar kıldık. O bitince Duman'dan Helal Olsun'u açtık. Çok geçmeden sıra yine Aerosmith'ten favorim olan Dream On'a geldi ama küçük bey sıkılıp kulaklığı geri verdi.
Dream On'dan sonra Ed Sheeran-A Team çaldı ve o biter bitmez çözümümü buldum.
My heart will go on çalıyordu. Defalarca karaokesini yaptığım, aklıma Titanic'i getirdiği için bir dönem dinlemediğim şarkı.
Araba şehrin sınırlarına girdiğinde artık yapacağım şeyi biliyordum. Titanic'i izleyecek, böğürerek ağlayacak ve rahatlayacaktım.

Evin kapısı açıldığı anda çok sevdiğim ama devamlı vuran yeşil ayakkabılarımı çıkarıp odama koştum. Pijamalarımı giydim, ellerimi ve yüzümü yıkadım. Lenslerimi çıkarıp tek elimle çerçevesiz gözlüğümü takıp diğer elimle bir kağıt havlu rulosu aldım.
Odamdaki tek eksik bilgisayardı şimdi. Koşarak salondaki dizüstü bilgisayarımı getirdim ve açılmasını beklerken yastığımı ayarladım, nasıl oturacağımı belirledim.
Işıkları söndürdüm ve türkçe dublaja küfrederek filmi açtım. Kabul ediyorum önce facebook'u açıp mesaj kutusuna baktım. Mesaj beklemenin acısını bilirsiniz, işte boğazımdaki yumrunun en büyük sebebi bu bekleyişti. Sonuç olarak bomboş bir mesaj kutsuyla filme başladım.

Okyanus'un Kalbi'ni ararken Jack'in Rose'u çizdiği resmi bulan aptal paragözlerle başlıyor film. Yaşlı
olmasına rağmen keskinliğini yitirmemiş mavi gözleriyle resmini tanıyor ve kimse inanmasa bile hikayesini anlatmaya başlıyor.

Titanic. Rüyaların gemisi. Bu gemi hakkında o kadar çok teori var ki. Birçok insan geminin lanetli olduğuna inanır. Lanetin sebebi olarak kaçak bir mumyayı gösterenler bile var.
Ama olay bence takıntı. Binlerce insanı öldüren şey koca egosu yüzünden buz dağını göremeyen ün ve para takıntılı insanlar.
Filme dönersek Rose şık bir şekilde Jack'in ölüp de onun yaşamasına hep kızdığım kötü adam nişanlısının kolunda gemiye giriş yapıyor. Sonra Jack'i görüyoruz ve genç DiCaprio'nun o mükemmel çekiciliğiyle bende ipler kopuyor, ağlamak yerine gülüyor. Tabii çok yakışıklı sanatçı Bay Dawson kumardan kazandığı biletlerle yanında en yakın arkadaşı son dakikada gemiye yetişip evine, Özgürlük Anıtı'na doğru yola çıkıyor.

Jack ve Rose'un tanışma sahnesine gelirsek oradaki düşme gerilimi, kıza tecavüz ediyor sanılması, bütün yanlış anlaşılmalar gibi beni çok gerdiği için zorla izledim o sahneyi. Sevdiğim tek şey 'Sen atlarsan ben de atlarım.' repliğidir.
Burayı da geçtik mi Rose'un Jack'e sinirlendiği ardından çizimlerini bulduğu sahne, beraber plan yapmaları, tükürük çalışmaları.
Sanki ben yaşıyormuşum gibi içimde hafif bir kanat çırpış ama Jack'in ölümünü hatırlayınca tekrar çöken bir ağırlık.

Sıra gelir sosyetedeki akşam yemeğine. Üçüncü sınıftan gelen smokinli Jack Dawson bana hep şu sözleri söyletir: 'İnsan insandır.'
Bir ara arkadan yaşlı Rose'un sesi yükselir. 'Muhtemelen çok heyecanlıydı ama hiç belli etmedi. Onu kendilerinden biri zannettiler.'
Saatin önünde buluşma ve o geceki eğlenceden sonra olanlar arka fondan hafif hafif Celine Dion'un aşina ettiği melodinin duyulma sıklığının arttığı ancak tüylerim diken diken olsa da bir türlü gözlerimin dolmadığı yerler.
Titanic'le özdeşleşmiş o sahne ve Jack'in mırıldandığı o şarkı. Daha sonra Rose'un donmamak için söylediği şarkı. Rose'un son sahnelerde görülen fotograflardaki uçağa onu iten olay. Tamam buralara daha var.

Evet buradan sonrası benim Jack'in gözlerinde kaybolduğum ve ailecek izlendiğinde kanalın değiştirildiği ilk sahne. Jack'in profesyonel ellerini çalıştırıp Rose'u sadece o mükemmel mücevherle çizdiği sahne. Bütün film boyunca Rose-Jack cephesinde benim çok beğendiğim üç sahne vardır. Bu da onlardan biridir. Bunu sapıklık olarak yorumlayanlar lütfen daha fazla okumasın. Bu yaşlı Rose'un da dile getirdiği gibi erotik bir an olsa da aynı zamanda bariz bir aşk ve güven göstergesiydi.

Filmin bu noktasından sonrası beni sinirlendirir.
Kaçıyorlar ve kötü adamımızın eline mükemmel bir koz veriyorlar.
Onlar bir arabanın içinde aşk yaparken adam planını yapmıştı bile.
Tabii bu sahneler eğer ailecek izliyorsanız ve çizim sahnesinden sonra filmi tekrar açtıysanız yeniden kanal değiştirileceği anlamına gelir.

Ha tabi olayın mutluluğuyla çiftimiz güvertede öpüşürken çok sevgili gözetmen abiler de onları dikiliyor. Önlerinde buz dağı var ve onlar eğlence peşinde. Önünüze dönün diye kaç kez bağırdığımı bilmiyorum ama sonunda önlerine bakıp alarm verdiklerinde sonuna kadar açılmış motorları durdurmak imkansız oluyor.

İşte binlerce insanı öldüren birkaç saniyelik çarpışma filmimizde böyle gerçekleşiyor. Gerçekte de ortalama olarak bu şekilde gerçekleşmiştir diye düşünüyorum.

Burdan sonrası çenemin titrediği, onlarca küfür ettiğim ama bir damla yaş akıtıp kendimi rahatlatamadığım yerler. Jack’in cebine atılan Okyanus’un Kalbi planı gerçekten basit ama işe yarar bir plandı. Yaradı da. Kötü adamımızın daha sonra Rose’un da yapacağı gibi yüzüne tükürmek istemiştim. Gemi sular altına gömülürken Jack’i de suların altında ilk kalacak yere götürdüler. Ellerini kelepçeleyip anahtarı da alıp kaçtı kötü adamımızın yandaşçısı.
Jack engeli ortadan kalkınca Rose’a sıkı bir tokat yapıştırıp bir filikaya atmaya çalıştılar bir de. Rose’u taktir ettiğim anlardandır bu. Annesine resti çekiyor, nişanlısının suratına tükürüyor ve sonunda kalbinin sesini dinliyor. Eğer orada Jack’i bırakıp gitseydi onu ne ben affederdim ne de kendisi.

Bir dakika. Şu an ‘My Heart Will Go On’u dinliyorum ve sanırım tekrardan ağlamaya başlayacağım.

Hayır ağlamayıp yazıma devam ediyorum. Rose, Jack’in yanına koşuyor. O sıralarda da Bay Dawson kelepçeleri çıkarma çabasında. Bense hıçkırıyorum, hani hıçkırarak ağlamaktaki hıçkırıklar, ama damla yaş yok. İşin garip yanı hıçkırıklarımı da durduramıyorum. Bir ara annem gelip ne oldu diyecek diye korktum. Filmin en acıklı yerleri başlıyor, içimde saçma bir sıkıntı var ve üstelik aklımda Jack-Rose aynı zamanda gemide ölen binlerce insan varken anneme gram açıklama yapamam diye kendimi kontrol altına almaya çalıştım.

Jack ve Rose cephesine dönmeden önce dikkatimi çeken bir şeyden bahsetmek istiyorum. Aşağıda Jack ve Rose kurtulmaya çalışırken yukarıda da büyük bir karmaşa söz konusu. İnsanlar paniğe kapılmasın diye son dakikaya kadar çalan orkestraya mı ağlayayım, paraları yok diye kurtulma şansları çöpe atılan üçüncü sınıflara mı yanayım, önce kadınlar ve çocuklar denmesine rağmen filikalarda yer işgal eden korkak zengin adamlara mı kızayım yoksa sözde filikaların kapasitesinden emin olamayıp altmış beş kişilik yere yirmi kişi yerleştiren mürettebata mı söyleneyim.
Panik. Korku. Ama o durumda bile para konuşuyor. Klişe gelecek belki ama aklıma takılan tek şey bu oldu. Para mı, gerçekten insanların yaşamak için tek şansı para mı? Paran yoksa ölürsün. Herkesin felsefesi bu haline gelmiş.

Ki bu yıllarda bu daha da belirginleşti. Ha 1912 ha 2012. Yüz yıl geçti ama ne değişti? Daha da kötüleşmekten başka ne oldu? Sözde bir demokrasi var dünya üzerinde. Herkes eşit diye bir söz. Soruyorum size. Eşit tutuyorlar mı? Olur ya diplomatlarla beraber bir yerde hayat mücadelesi veriyorsunuz. Her şey saniyelere bağlı. Sizi mi kurtarırlar önce, yoksa onları mı? Sözde eşitlikleri göstermek için belki ufak bir yardım eli gelir ama sadece o kadar.

Bunlar benim görüşlerim ve açıkçası bu konularda pek konuşmak istemiyorum. O yüzden filme döneceğim. İnsanlar canhıraş filikalara doluşuyor ama üçüncü sınıflar hala kapalı tutuluyor demiştik. Onları geride tutmak için de silahlar patlıyor. Bu silahların yanında bir de havai fişekler. Neden? Paniğe kapılmasınlar diye. Halbuki o sırada kimse ne müziğin derdinde ne de gökyüzüne fırlatılan fişeklerin.
Ha diğer cepheye dönersek Rose, Jack’i buldu ama ya kelepçe? Doğal olarak yardım çağırmak için çıktı. Orada da gördüğümüz gibi herkes canının derdindeydi. Kimse onu umursamadı ve o da bir balta alıp Jack’in yanına döndü. Birçok kişinin aklından geçmiştir bu. ‘Ben olsam kesin kelepçeyi değil, ellerini keserdim,’ diye. Yalansa yalan deyin. Rose yine diye denk getirdi. Yoksa düşünsenize bir ressamın ellerini kestiğinizi.
Neyse ki Rose bizim-benim- kadar beceriksiz değildi ve kazasız belasız oradan çıktılar. Ama bir de güverteye çıkma problemi vardı şimdi. Bir kapıyı delerek yol açtılar kendilerine ve beni gerçekten sinirden güldüren bir olay yaşadılar.
Kapıyı kırdıkları zaman bir görevli onlara kapıya zarar verdikleri için parasını ödemelerini söylüyor. E be adam. Gemi batıyor, dakikalarınız kalmış. Zaten koca gemi suların dibini boylayacak sen daha kapının derdindesin.
Neyse ki çiftimiz güzel bir ‘Kapa çeneni’yle susturuyor onları.
Güverteye giden yolu buldular daha sonra ama hala üçüncü sınıf sınırlarındaydılar. Çıkmaları yasaktı. Jack de olayın verdiği güçle ve yanındaki birkaç kişiyle tahta kanepelerden birini soktu. Bunu da kapıyı kırmak için kullandı. Bu noktalarda filmin sonunu bilmeyen, ilk kez izleyen biri umuda kapılabilir ki ben bile, filmi kaç kez izlediğini unutan ben bile, bazen acaba filmin sonu değişebilir mi? Belki bu defa Jack yaşar, insanlar kurtulur diye düşünmeden edemedim.

Güverteye çıktılar çıkmasına da insanlar filikalara veya suya atlıyor, canlarını kurtarmaya çalışıyor. Birden çok sevgili kötü adamımız çıkıyor ve paltosunu da Rose’un omuzlarına bırakıyor, Jack’i kurtaracağına söz vererek onu bir filikaya bindiriveriyor. Tabii ki Jack’e yardım etmeyecek. Okyanus’un Kalbi’ni almış, Rose’u kurtarmış, kendisi de bir filikaya binecek parayı vermiş kafası rahat.
Ama planları tabii ters gidiyor. Elmasın olduğu paltoyu Rose’a vermiş, Rose da Jack’in gözlerinin içine bakıyor filikadan. Tüylerimin diken diken olduğu bir sahnedir. Hele Rose’un son anda kendisini filikadan atışı. Ayakta alkışlayabilirdim o sırada onu.

Jack Rose’a koşuyor, Rose Jack’e koşuyor. Büyük buluşma gerçekleşiyor ama bu buluşmanın battığı biri var. Kötü adamımız çekiyor silahını ateş açıyor çiftimize.
Sinirden daha fazla ağlamak istememe sebep oluyor ama içimdeki hayvanat yumru nasıl bir şeyse hala gözyaşı olmadan hıçkırıyorum.
Sonra Jack ve Rose’un yeniden çıkış yolu bulma mücadelesine geçiyoruz. Yine üçüncü sınıf yine kilit. Sular yükselirken kapıyı açacak bir şey bulmaya çalışıyorlar. Fırsat ayaklarına geliyor, o sırada oradan kaçmakta olan bir görevliyi zorla ikna edip kapıyı açtırmaya çalışıyorlar. Ne var ki adam elleri titrerken anahtarları artık neredeyse boyunlarına gelen suya düşürüyor. Adam da kendi canının derdinden kaçıyor tabii.

Jack de suyun altına girip zorla anahtarı alıyor ama bir türlü yuvayı bulamıyorum. O sırada, bütün o sahnelere rağmen olmayan gözyaşlarımla, delirdim resmen. Kendi kendime mırıldanıyorum. ‘Biri sadece 17, diğeriyse 20. Yapacak çok şeyleri var.’
Sonunda güverteye çıkmayı başardıklarında ise orada başka bir olay oluyordu. Hani filikalara üç beş kişi koyup gönderen, para için her şeyini verebilecek sinirli ve de silahlı mürettebat görevlimiz sinir krizi geçiriyor.
Ancak orada yaptığı bir şeyi, tek bir şeyi gerçekten takdir ettim. Kötü adamımız filikalara binmek için ikinci defa adama para veriyor ama görevli parayı onun suratına fırlatıyor. Çok beğendiğim bir şey söylüyor sonra da: ‘Artık paran bizi kurtaramaz.’
Tabii sonra kelimenin tam anlamıyla cinnet geçirip bir iki kişiyi vuruyor ve kafasına sıkıyor. Ama bizim kötü adamımız Cal pes eder mi? Etmez. Orada bulduğu küçük bir çocuğu oyununa alet edip kıçını kurtarıyor sayın seyirciler.
Filmi her izlediğimde başka bir şey için ağlarım. Bir defasında da Jack ölüp de Cal yaşadığı için kendimi yırttığımı hatırlardım.

Ardından gemiye yapan mühendisi, kaptanımızı ve orkestramızı görüyoruz. Bana kalırsa onurlarıyla öldüler. Mühendis ve kaptan hatalarının bedellerini ödediklerini düşünüyorlardı, bu yüzden kurtulmak için çabalamadılar bile. Orkestrası ise sonuna kadar yan yanaydılar ve müziklerini yaparak huzurla öldüler bence.
Aynı zamanda el ele ölümü bekleyen yaşlı bir çift ve çocuklarına masal anlatan bir anne görüyoruz. İlk göz sulanmasını bu sahnelerde yaşadığımı itiraf ediyorum. İnsanlar umutsuz, bu yüzden çabalayıp acı çekmek yerine bekliyorlar.

Ve sonunda ön güvertenin neredeyse tamamı suyla doluyor ve kıç tarafı havaya kalkmaya başlıyor. Filikalar aşağı atılıyor, insanlar kıça doğru koşuyor ancak dengelerini bulmaları çok zor. Ancak Jack ve Rose sonunda kendilerini kıç tarafına atıyorlar ve en sevdiğim ikinci sahne gerçekleşiyor. Orası onların tanıştığı yerdi. Rose’un atlamak istediği ama Jack’in onu durdurduğu yer. Sonra o güzel sözler. ‘Sen atlarsan ben de atlarım.’ Rose bunu söylediğinde Jack ona öyle bir bakış atıyor ki yüreğimi dağlıyor DiCaprio. O sırada bir papazda dua ediyor. İnsanlar aşağı çekiliyor.
Hala hıçkırıyorum ve bunu durduramıyorum. Kuru olarak ağlamanın imkansız olduğunu sanırdım ama dün gece bunun olabileceğini öğrendim.

Ve oluyor. Gemi basınca dayanamayıp ortadan ikiye ayrılıyor. Buradan sonra artık yavaş yavaş benim de parçalanacak gibi hissettiğim yerler. Kağıt mendilimden bir parça koparmışım çünkü artık sulu ağlamanın yolda olduğunu biliyorum.
Demirlerin öbür tarafına geçip batmayı bekliyorlar. Binlerce insan dondurucu suda can çekişiyor. O an anladım ki bu izleyişimde beni ağlatan Jack’in ölümünün yanında diğer binlerin ölümünü tekrardan yaşamak.

Çabucak Rose’un üzerine çıktığı tahta sahnesine gelmek istiyorum çünkü orası hakkında söylemek istediğim çok şey var. İzleyen hemen herkeste şöyle bir fikir vardır: O tahtaya Jack’de çıkabilirdi. Hayır çıkamazdı. Söylemek istediğim yer vardı evet, hatta bununla ilgili esprili bir fotoğrafta görmüştüm. Tahta boyutlarında bir çizilmiş bir zemin üzerinde bir çift kağıt oynuyor, güneşleniyordu.
Demek istediğim sığamazlardı değil. Alan olarak yeterliydi ama ağırlıklarını kaldıramazlardı. Zaten dikkat ederseniz Jack üzerine çıkmayı deniyor ama tahta ters dönünce vazgeçip sadece Rose’u üzerine çıkartıyor.
O yüzden artık Jack öldü diye Rose’u suçlamaktan vazgeçebiliriz.

Öbür tarafta binlerce insan dondurucu sularda boğuşurken filikaların hiçbiri dönüp onları almıyor, yardım gelmiyor. Jack suda, Rose tahtada bütün filmin en iyi sahnesi gerçekleşiyor. İlk gözyaşının süzüldüğü yer işte burası. Jack’in o sözleri.
“Seni seviyorum Jack.”
“Bunu yapma. Sakın veda etme. Daha değil, duydun mu beni?”
“Çok üşüyorum.”
“Dinle Rose, buradan kurtulacaksın. Hayatına devam edeceksin. Bir sürü bebeğin olacak, onların büyüdüğünü göreceksin. Sıcak yatağında yaşlı bir kadın olarak öleceksin Rose, burada değil bu gece değil böyle değil. Beni anladın mı?”
Şu an bunları yazmak bile, o son cümleyi yazmak bile göz pınarlarımın sızlamasına neden oluyor. İzlerken de hala ciddi bir ağlama krizine girmesem de hala hıçkırıyorum ve zor da olsa birkaç gözyaşını hissedebiliyorum.
“O bileti kazanmak Rose, başıma gelen en güzel şeydi. Beni sana getirdi.”

Sonra bir filika dönüyor. Onlarcasından sadece biri. O da çok geç. Buz gibi sularda yüzen onlarca beden. Rose da uyanık kalmak için ‘Oh Josephine’ şarkısını mırıldanıyor. O Titanic denildiğinde akla gelen sahnede Jack’in onun kulağına fısıldadığı şarkıyı.
Yardım geldiğinde Jack’e seslenmesi ama onu uyandıramamasıysa omuzlarımın titrediği ağlama sebebinin Titanic’ten çıkacağı bir yola girdiğimi söylüyor ama burası beni özel hayatım olduğu için geçiyorum.

Jack sulara gömülüyor, Rose kurtuluyor. Yaşlı Rose konuşmaya başlıyor sonra. Suya dağılan 1.500 kişiden söz ediyor. Yirmi filikadan geriye dönen birinden ve o sayede kurtulabilen sadece altı kişiden.
Bu noktadan sonra tamamen dünyadan kopuyorum ve sular seller moduna giriyorum. Yüksek sesle de ağlayamıyorum, annemler yan odada. Ama gecenin ikisinde normal bir insan için çok fazla ağladığıma eminim.

 Onları sözde kurtaran, çok geç gelen yardım gemisinde kötü adamımız Cal’ın gözlerinin Rose’u aradığı sahneye geçiyoruz. Okyanus’un Kalbi onda ya. Elmasın peşinde adi herif.
Rose gözleri Özgürlük Anıtı’nda ismini söylüyor. Rose Dawson. Jack diyorum, evine gelecekti. Hayalleri vardı. Ölmesi gereken o değildi.

“Artık Jack Dawson adından bir adam olduğunu ve beni kurtardığını biliyorsun. Bir insanın kurtarılabileceği her şekilde. Bir fotoğrafı bile yok. O artık sadece hafızalarımda yaşıyor.”

Nasıl ağladığım belli değil ve birçok insanın bu sahnede böğürerek ağladığına şahit oldum. Yaşlı Rose elması cebinden çıkarıp sulara attığındaysa hem o kadar pahalı bir şeyi harcadığı için ona kızdım hem de en doğru şeyi yaptığını söyleyip daha fazla ağladım.

Geldik en son sahneye. Genelde gözyaşların dolayı pek dikkat edilmez, net görülemez bir sahne. Yaşlı Rose sıcak yatağında yaşlı kadın olarak ölürken gençlik fotoğraflarını görüyoruz. ‘Jack’le planladıkları her şeyi yapmış.’ diyerek kağıt mendili parçaladığımı hatırlıyorum. Bacaklarına iki yana atarak bindiği atı, uçakla çekilmiş fotoğrafı.

Pekala, bu satırları yazarken son sahneyi tekrar izliyorum ama ağlamayacağım. Cidden bu yazı kendimi sulu göz biri gibi hissetmeme neden oldu ama bu filme ağlamayan biri de ya duygusuzdur ya da çok geçerli bir sebebi vardır.

Evet, Rose ölür ve Titanic’e döner. Onlarca kişi, binlerce kişi onu bekliyor. Arka fonda Celine Dion’un şarkısı. Aynı zamanda bir saatin önünde çok daha önemli bir kişi daha onu bekliyor.

Jack Dawson. Ağlamıyorum gözümde Titanic battı.

Not: 1912’de bu gemide ölen herkesi saygıyla anıyoruz.

Gönderen Unknown zaman: 21:55 0 yorum  

Öğk Gelmesi Olayı

Bir şeyden öğk gelmesi olayını yaşıyorum şu an. Ya zaten sanaldan oynanan oyunları pek sevmem, hele de okey ya da bilumum kağıt oyunlarında.
Kahve oyunlarının ruhuna aykırı bir kere sanallık. Yüz ifadelerini göreceksin, kaş göz olacak. Hile bile yapamıyorsun sanallarda.

Bir-iki defa bir arkadaş için oynamışlığım var ama tam olarak oyun da değil milletle dalga geçiyoruz. Siz siz olun sırf birisi istedi diye sıkıldığınız bir şeyi yapmayın.

Not: Bazen karşı koyamadığınız konuşmalar yaptıklarını biliyorum. Şu anda onlardan kanıp oynamaya gidiyorum. Ama siz benim dediğimi yapın, yaptığımı yapmayın.

Gönderen Unknown zaman: 21:09 0 yorum  

İstanbul Günlükleri

Başlayıp da yarım bırakmışım bu yazıyı bitireyim de içimdeki İstanbul özlemini biraz hafifleteyim.

13 Haziran'da geldim İstanbul'a 6 Temmuz'da dönüyorum cehennem sıcaklarına, Adana'ya. Geldin geleli ne yaptın, derseniz. İlk yazımda da dediğim gibi yedim-içtim-sıçtım-gezdim.18 olsam daha mutlu olacaktım o başka tabii. Ama Taksim'de gecelere akmadım mı demek bu?

Aha tabi ki o anlama gelmiyor. Ben de o göz var mı? Zaten boy-pos gayet büyük gösteriyorum. Hıı kimlikten, yaştan kaybettiğim için giremiyorum gece kulüplerine. Ama yanımda iki tane yirmiyi geçkin insan -kuzenim ve nişanlısı- olunca kafa rahat.
Önce Cevahir'e gittik o gün. Çin yemeklerimizi yedik. Noodle ve aşırı kızartma yüklemesinden biraz şişmiş olsak da yanımıza anı olarak aldığımız yemek çubuklarıyla ayrıca onlarla yiyebilmiş olmanın verdiği mutlulukla atladık metroya. Gittik mi Taksim'e, İstiklal'e.

Gündüz de gittim oraya ama gece bir başka güzel. İnsanlar, hepsinin aklında başka düşünceler var. Kestaneciler, her yerden yükselen müzikler, yabancılar, ışıklar...

Bir yerlerden kulağıma Duman'dan bir parça geliyor. Çıkaramıyorum başta. Kuzenimin nişanlısı eşlik etmeye başlıyor. Sözler dökülüyor yavaş yavaş.

Denizleeer aştım geliyorum
İsteer eğleen benimlee
Yüzünü bi görsem yeteer
Yolumuz ayrıı biliyoruum
Ölmedeen son bir defaa
Belini kavrasaam yeteer
Hadi geel buluşalım
Eski köprünün altııında 
Kimseeleer görmesin
Mehtabaa karşı uzanalıım
Eski köprünüün altıındaa
Kimseleer bilmesiin
Kimseleer duymasıın

Eski bir şarkı, 99 yılının ama biliyorum işte. Duman bu, bilmesem ayıp olurdu.
Müzik yapan başka insanlar da var. Yakışıklı bir öğrencinin elinde bir flüt, annem yaşında bir kadın gitar çalıyor ama tarzı çok iyi.
Etrafta plakçılar, tramvay rayları, eski evler... Buraya ait olduğumu hissediyorum. Bir yere ait olduğumu hissediyorum ve bu harika bir duygu.
Etrafımda kalabalık var ama yalnızım. İşta bu, istediğim bu.

Dolaşmaya devam ediyoruz dilimde hala Köprü Altı. Çok geçmeden küçük bir yere oturuyoruz. Açık havada, yolun kenarında küçük bir masa, yüksek tabureler. Yaşım tutmasa da burada içebiliyorum.
2 Mojito geliyor masaya bir de Martini Rosso. Martini benim için ama pek hoşuma gitmiyor tadı. Sarmadı. Mojitolardan biri de daha ağır, alkolü bol. Ne mükemmel bir içki. Martini'yi atıyorum bizimkilere, Mojitolardan birini içiyorum bitiriyorum.
Sonra tekilalar geliyo masaya. Tuzumuzu yalıyoruz, shot yapıyoruz, limonumuzu yiyoruz. İnsanlar geçiyor yanımdan, hava güzel.

Kalkıyoruz masadan, içkiler hafiften çarpmış. Eve gitmek istemiyorum ama otobüse doğru yola çıkıyoruz. Sallanıyorum, kahkaha atıyorum ama hiç de sarhoş gibi değilim. Her zamanki halim gibi sadece biraz daha abartıyorum.

Kuzenim, nişanlısı komik şeyler anlatıyor, benim yaşımda yaşadıklarını. Gitmek istemeyince de 'Üniversiteye gel barlarda uyursun.' diyor. Sonra da ekliyor 'Burada istediğini yapabilirsin, kimse sana dönüp bakmaz.'

Açıkçası onu umursamak yerine daha ritimli adımlar atıyorum. Müzik geliyor bir yerlerden, dans etmek istiyorum. Onun yerine çift katlı otobüslerden birine  atlıyoruz. Üst kata, en öne oturuyoruz. Müzik istiyorum ama beni yerime oturtuyorlar.
Sonra kuzenim bana dönüyor.
'Burda olan burda kalacak. Annenler duymasın bak.'
Söyler miyim hiç? Annemler eve almaz bizi, şehre sokmazlar. Hayır, sıkı insanlar değiller ama reşit olmayınca tabii böyle şeylere çok olumlu bakmayabilirler.

Çok geçmeden otobüs hareket ediyor, çoğu kişi de uykuya dalıyor. Ama ben uyuyamam ki otobüste. Gecenin bir vakti İstanbul'u seyrettim. Ha-ri-ka.

Köprüden geçiyoruz. Kendimi boğazda boğup sonsuza kadar orada kalmak istiyorum. Köprünün ışıkları üzerimizde.
Ne kadar mükemmel bir manzara.

Birkaç sene daha sabredeceğim. Sonra kendimi boğazda boğmama gerek kalmadan orada olacağım. Orada, ışıkların altında.


Gönderen Unknown zaman: 20:11 0 yorum  

Zerrie?

Arada kardeşinle iyi anlaşırsın ya, işte o günlerden biri.

Dün gece işte çıkmışım koşu bandına, of nasıl gaza gelmişim. Zayıflicam arkadaş taktım kafaya. Televizyonda da Nr1 açık. Klip çekiyo modundayım. Kardeşim de bu aralar benimle beraber güzel güzel yabancı müzik dinliyor.

Sonra Little Mix çıktı. Döndün dedim ki bizim küçük canavara.

-Hani kıvırcık saçlı bir çocuğun (Harry Styles) olduğu bir grup (One Direction) vardı ya...
+Ee vardı.
-Onlardan biri buradaki sarışın kızla (Perrie Edward) çıkıyo.
+Müslüman olan (Zayn Malik) değil dimi?
-Valla o.
+Bari o yapmasaymış bunu. Mal mı ne?

Çok nadir aynı fikirde oluruz. Çok garip bir andı ve koşu bandında kahkaha atınca düşme tehlikesi atlattım.

Tavsiye: Koşu bandındayken kahkaha atmayın. Düşüp pencereden uçabilirsiniz.

Gönderen Unknown zaman: 15:26 2 yorum  

Daha Yeni Kayıtlar Önceki Kayıtlar Ana Sayfa
Kaydol: Kayıtlar (Atom)

Blog Design by Gisele Jaquenod

Work under CC License.

Creative Commons License